17 Ekim 2016 Pazartesi

KARDAN ADAM

🎈🎈🎈🎈🎈
KARDAN ADAM

O sabah Gigi’nin biraz ateşi vardı. Annesi işe gitmek zorundaydı. Gigi’nin okula gitmesi doğru olmazdı. En iyisi anneannesine bırakmaktı. Orada Gigi iyileşir diye düşündü annesi. Anneannesi ona sıcak çorba yapar, nane limon kaynatır, bütün gün dinlenirse hemencecik iyileştirirdi.

Hava çok soğuktu. Kar serpiştiriyordu. Güneş kaç gündür kendini hep gizlemişti. Gigi kış mevsimini de çok seviyordu. “Kar ne zaman yağacak?” diye sık sık soruyordu.

Annesi ve Gigi’nin çantasına birkaç eşyasını koyarak evden çıktılar. Evleri birbirlerine çok yakındı. Gökyüzüne bakarak yürüyen Gigi’ye annesi, “düşeceksin!” diyerek dikkat etmesini söyledi. Gigi bir an önce kar yağsın, her yer bembeyaz olsun istiyordu. Çünkü en anne isteği kardan adam yapmaktı.

Anneannesi telefonla aldığı haberle kapıya çıkmış bekliyordu. Anneannesi onu kucakladı. Annesi iyi günler dileyerek işe gitmek için ayrıldı.

Anneannesi ona pencere kenarındaki yatağı hazırlamıştı. Gigi pijamalarını giyip sıcacık yorganın altına girdi. Pencereden gökyüzünü görebiliyordu. Bu onu çok mutlu etmişti. Karın yağışını izlemek hoşuna gidiyordu. Uçuşarak inen minicik kar taneleri, yere yaklaştıkça kocaman oluyordu. Düşen kar tanelerini pamuktan koparttığı tutamlara benzetmişti. Kar lapa lapa yağıyordu. Pencerenin kenarı hafiften kar tutmuştu bile.

Nane limon kaynatmıştı anneannesi. Nanenin kokusunu, limonun ekşi tadını pek sevmezdi. Biraz mırın kırın etti ama, bir an önce iyileşmek için içmeye söz verdi. Yatarken kitap okumak istedi. Birkaç sayfa okuduktan sonra uykuya daldı.

Anneannesi odadan sessizce çıktı. Uyandığında sıcak çorba içmesi iyi olur diye düşündü. Mutfağa çorba yapmaya gitti.

Aradan birkaç saat geçmişti. Gigi’nin çığlık atışını duydu. Telaşlı adımlarla anneannesi odaya gitti. Anneannesi korkmuştu, onun o halini görünce içi rahatladı.
Gigi, “yaşasın, yaşasın!” diye bağırıyordu. Gigi sevinç içindeydi.
“Kar tutmuş, hadi bahçeye çıkalım” dedi.
Anneannesi, “olmaz Gigi, bugün olmaz.”
“Ben kardan adam yapmak istiyorum ama anneanne...”
“Bu soğukta dışarı çıkarsan daha kötü olur, iyileşemezsin.”
Gigi buna çok üzüldü, biraz nazlandı. Ne kadar nazlansa da anneannesi hayır dedi. Gigi yatağında otururken yorganı kafasından aşırmıştı.  Yatağın içinde küçük bir tümsek gibi duruyordu. Gigi’nin bu görüntüsü biraz komik olmuştu.  Anneannesi Gigi’nin bu haline tebessüm etti.

Anneannesi Gigi’nin üzülmesine dayanamadı. Aklına ona sürpriz yapmak geldi. Dolaptan bir tabak, buzdolabından birkaç zeytin ve bir küçük havuç aldı. Bahçeye çıktı, iki tane kartopu yaptı. Biri diğerinden birazcık annetü. Üst üste koydu. Ağacın kurumuş dallarından birkaç tane kırdı. Gövdesine yerleştirdi. Bu dallar kardan adamın süpürgesi oldu. Zeytinleri yiyip çekirdeklerinden göz yaptı. Diğerlerini de düğme diye yerleştirdi.  Havuç kardan adamın burnu oldu. Anneanne kardan adama şöyle bir baktı, kendisinin de hoşuna gitti. “Gigi bunu gördüğünde çok sevinecek” diye mırıldandı. Küçük tabağın üzerindeki kardan adamla Gigi’nin odasına gittiğinde “sürpriz” diye bağırdı. Gigi yorganın kenarından gizlice baktı, sevinç çığlığı attı.
“Çok güzel olmuş anneanne, bu benim mi?” dedi.
“Çok teşekkür ederim” dedi.
Anneannesi, Gigi’nin çantasından çorabının tekini aldı. Kardan adamın boynuna doladı.
“Çok güzel oldu kardan adamım anneanne” dedi.
“İyileşir iyileşmez birlikte yaparız tamam mı Gigi?” dedi anneannesi...
Gigi, “içeride kardan adamım eriyecek ama!” diyerek kaygılandı.
Anneannesi pencereyi açtı, pencere kenarına kardan adamı ona bakarmış gibi koydu. Gigi çok mutlu olmuştu.
Anneannesi, “hava oldukça soğuk, kardan adam dışarıda erimez” deyip, pencereyi kapattı.
Gigi, hem karın yağışını izliyor, hem kardan adamına bakıyor, hem de kitabını okuyordu.


Yener Balta, 14 EKİM 2016

9 Ekim 2016 Pazar

YILLARIN SÜRÜCÜSÜ

YILLARIN SÜRÜCÜSÜ*

Şuna bak be... Gençliğimiz yollarda geçti. Bir Rize, bir İstanbul... Mekik dokur gibi. Bir yere yazsaydım, bu kaçıncı seferim, kağıtlar dolar taşardı...
            Allaha şükür hiç kaza geçirmedim. Aklından bu düşünceler geçer geçmez direksiyona tak tak vurdu. “Şeytanın kulağına sağır olsun!” dedi. Şeytanın insanın mutluluğunu kıskanacağı inancı ile içine bir korku düştü. Nedenini anlayamadığı bir burukluk duydu. Sonra eşi ve çocukları gözünün önüne geldi.
            Bugüne değin kaza geçirmemiş olmasını kurallara uymasına bağladı. “Her şeyin bir yolu yordamı var!” dedi. “Adamlar bu kuralları boşuna koymamışlar... Konulan bu kuralların hepsinin bir deneyim sonucu olduğu inancına vardı. Bütün bu kurallar belki de acı bir olay sonucu gerçeklik kazanmıştır.” dedi. Kurallara saygılı olduğu için, kuralların önemini kavradığı için de gurur duydu kendinden. Eşine, çocuklarına kavuşmanın sevinci ile kendine değer biçmiş olmanın sevinci bir araya gelince, bir türkü mırıldanmaya başladı. Mutluluk dedikleri bu olmalıydı.
            “Bu günkü yolu da bitirdik, bu yükü de boşalttık mı, iş tamam... Bir an önce evime, eşime, çocuklarıma kavuşmak kalır geriye. Mahalleye girerken bizim bakkaldan çocuklara birer tane gofret alırım. Hanıma da bir şeyler almam lazımdı ama biraz elime para geçmeli...” diye düşündü. “Çocuklar elime bakar, bir şey almazsam eli boş gidersem bana küserler, çocukları küstürmek iyi bir babaya yakışmaz. Çocukları küstüreceksek niçin yaşıyoruz bu dünyada...” diye kendi kendine söylenip duruyordu.
            Mahalle girişindeki bakkaldan iki tane gofret aldı. “Şu büyüğe, şu küçüğe” diyerek her ikisinin sevdiği neyse onu aldı. Atladı yeniden kamyona. Yapacağı tek şey bundan sonra daracık sokaklarda top oynayan çocukları kollamaktı. Yoksa Allah muhafaza...
            Bu düşünceler içinde sokağın sonunda ve bir meydanda bulunan evine gelmişti bile. Uzakta top oynayan kendi çocuklarını da görmüştü. Çocuklarda babalarının yaklaşan kamyonunun sesini duymuşlardı. Başlarını sese çevirdiklerinde babalarının kamyonu olduğunu görmüşlerdi. Çok sevindiler... “Hey, babamın kamyonu!” diye bağırdı büyük çocuk. Küçük çocuk da heyecanlanıp babasını çok özlediği için, babasının ona mutlaka sevdiği bir şey getireceğinden emin, bir an önce kavuşmak için kamyonun geliş yönüne doğru koşmaya başladı.
            Baba, inanılmaz bir hızla kendine doğru koşan evladını görmüştü fakat; iş işten geçmişti! Hızı yavaş olduğu halde durmayı başaramadı. Sonuna kadar frene bassa da küt diye bir ses duydu. Kamyon sanki taşa toslamış gibi bir ses çıktı. Kamyonu durdurdu, geriye doğru hızlıca koştu...
            Küçük oğlu sevecen gözlerle kendine bakıyordu. Gözleri açık gitmişti. Açık gözlerinden sevgi pırıltıları sızıyordu.
            Baba kendini yerden yere attı. Ağladı, sızladı, dövündü... Duyduğu acının büyüklüğü altında ölmek istiyordu. Olayı duyup gelen komşular elini ayağını tutup sakinleştirmeye çalışıyordu. Karısı evden yalınayak fırlamıştı...
            Kurallara uymak yetmiyordu. Şeytanın kulağına kurşun akmıyordu. Kaderin bu kadarı da olur muydu? Bu sonuç için mi çalışmıştı, bu sonuç için mi çocuklarını özlemişti?
            Ne olurdu ki sanki çocuklarını deliler gibi özlemeseydi. Ne olurdu ki sanki çocuğu telaşa kapılmasaydı. Kendisini arabanın önüne atmasaydı.
            Cebindeki gofreti çıkarıp, toplanan komşularına göstererek, “gofreti ne de çok severdi” deyip, olduğu yere çökmüş oğluna sarılmış, hüngür hüngür ağlıyordu.

29.3.1989*

YENER BALTA

DOĞADA OLMAK IV

DOĞADA OLMAK IV

“Her gün, yeni bir başlangıç yapın!” denir ya hep, işte ben birkaç gündür o başlangıçları yaşıyorum. Her gün doğada olmak, havayı koklamak, Ekim ayının ılık güneşini hissetmek...
Denizin önce ürperten, ardından zinde hissettiren durgun, ılık suyu dinlendiriyor beni. Çıkmayı hiç istemiyorum. Güneş ışığının yansımasıyla deniz alabildiğine berrak, dibini görebiliyorum. Adlarını yeni öğrendiğim Sarpa, Melanur yavruları sakin yüzüşümde bana eşlik ediyor. Biraz uzaktan geçen balıkçı teknesinin kıyıya gelen küçük dalgasında hafiften mırıldandığı türküyü de getiriyor beraberinde...
Soyu tükenmekte olan Sultan kelebeğine burada ilk kez rastlıyorum. Onlar da kuşlar gibi Ekim ayının yumuşaklığında buluşuyorlar. Tarifsiz güzelliğine hayran kalıyorum. Her gün bir kaçına rastlamaktayım. Gördüğümde duruyorum. Ürkek, titrek, sakin devinimini izliyorum. Doğa o an sessizleşiyor. Narin kanatlarındaki turuncudan siyaha geçen tonlamasına, baş ve kanat uçlarındaki siyahın içinde beyaz puanlarına hayran kalıyorum. Naifliği büyülüyor beni. Doyamıyorum... Doğaya teşekkür ediyorum. Bana bu güzelliği sunduğu için... Doğadaki tüm canlılara saygı duyuyorum.
Adını bilmediğim mor çiçekli ağacı hissetmek için duraksıyorum. Gövdesindeki kabuğuna, küçük oyuktaki örümcek ağına, dalındaki çiçeğine, kurumuş tohumuna oya gibi işlenmiş yapraklarına hayran kalıyorum.
Ağaçların arkasında sıralanmış mor dağların puslu tonları gökyüzü ile karışıyor.
Bir kuş cıvıltısı ile gözlerim sesi ararken, başka bir kuş sesini ayrımsıyorum. Ağaç yaprakları kuşları nasılda gizliyor, sesleri  ile yetiniyorum.
İnsanların evlerine döndükleri, doğa ile baş başa kalan azınlığın şanslılarından sayıyorum kendimi.
Yol boyunca yürüdüğüm deniz kenarında bakış alanıma giren her güzel manzarayı, fotoğraf karesinde sabitleştirmek istiyorum. Birkaç kişinin oturduğu kafelerin önünden geçerken farklı tatlarda müzikler çalınıyor kulağıma, birinin alçalan sesini, diğerinin yükselen sesi tamamlıyor. Müziğe aç olduğuma karar verip, doğanın sessizliğinde müzik dinlemediğimin ayırımına varıyorum.
İnsan dostu köpeklerin eşlik etmesine alışığım da, bu gün iki kedinin yumuşak patilerinde yol boyunca bana takılmalarına yüreğim dayanmıyor. Onlarla konuşuyorum, hatta; kedileri severken halini sevdiğim arkadaşım canlanıyor gözümde. “Size uygun bir şey yok ki çantamda, bilseydim bir kutu süt getirirdim” diyerek konuşuyorum kediciklerle... Onların asıl dertleri yemek olsa da sıcak dostluklarına sadece dokunarak karşılık verebiliyorum. Birinin beyaz sarı tüylerinde, bir diğerinin beyaz siyah yumuşaklığında, başından kuyruğuna kadar dolaşan elimde enerjilerini hissediyorum.
Gözüm arkada, onların dostluğunda kalıyor. Deniz kenarında balık tutan yaşlı adamın, iki küçük balığı önlerine atması mutlandırıyor beni...

7 EKİM 2016

YENER BALTA

29 Ağustos 2016 Pazartesi

ŞİMDİ BİR ÇOCUĞUM OLSUN İSTERDİM!

ŞİMDİ BİR ÇOCUĞUM OLSUN İSTERDİM!

Şimdiye kadar hayır dediğim bu soruya hala hayır demekteyim ama, bir tek şey için, onu da şu an için olmalıydı diyorum.

Sadece O’nun için!..

Bir çocuğum olsun isterdim; onu karşıma alıp, O’ndan bende kalanları anlatmayı isterdim. Onun elinden tutup bir bir bıraktığı hazinesine dokunmasını isterdim.

İsterdim ki örneği "O" olsun!

Benden sonra benim yaptıklarımı kaldığı yerden sürdürsün, eğer yapamadıysam benim yapamadığımı o yapsın isterdim. O’nun gibi, hayatında ulaşmak istediği bir hedefi olmasını öğütlerdim. Yılmadan her türlü olumsuzluğa göğüs germenin nasıl bir şey olduğunu O’nun yolunda görmesini isterdim. İsterdim ki onu kucağıma alıp fotoğrafında gösterirken bu senin “bilge deden” demek isterdim. Geriye kalan tüm fotoğraflarında yüzüne yansıyan ışığı görsün isterdim.

Bazen bıraktığı hazinenin içinde mücevherler değil, mücevherlerden de kıymetli bilgilerin olduğunu masal tadında anlatmak isterdim. Onu bir "bilgi canavarı" olarak tanıtıp, hiç korkulmayacağını söylerdim. Ve hazinesinin kapısı herkese, hep açık olduğunu... Bilginin hiçbir zaman insanı doyurmadığını, yemek gibi, içmek gibi her zaman gerektiğini söylerdim.

Onu tanımasını, onunla zaman geçirmesini, zamanın ne kadar kıymetli olduğunun, her saatinin nasıl dolu dolu geçirebileceğini onun yanında görmesini isterdim.

Sevginin sözden çok, sıcak bir dokunuştan önce, bakışlarında olduğunu görmesini isterdim. O iki anlamlı göz ile göz göze gelmesini çok isterdim.

Sırf bunun için çocuk doğurmadığıma pişmanım. Uzun uzun anlatmak için... Dedesinin bir değer olduğunu anlatmak için... Göğsünü gere gere,
“Benim dedem var ya...” derken gururlanmasını. Bir ömür paylaşmasını isterdim o ardında bıraktığı eserlerini...

Onu benim kadar sevecek, benim kadar hissedecek, onun benim ardında olduğumdan emin olduğu kadar emin olacağım bir çocuğum olsun isterdim.

Dünya var oldukça eserleri nesilden nesile geçsin isterdim.


16 Ağustos 2016

YENER BALTA

GİZLİ GÜNCE

GİZLİ GÜNCE

Bugün bir gizi araladım. O giz aslında dolaylı bana bırakılmış bir emanetti! Emanetin sahibi yaşıyor olsaydı o giz elimin altında da olsa açıp bakmazdım. Çok sevdiğim özelliğimdir birilerine ait özel bir şeye ne olursa olsun dokunmamak.

Üzeri siyah-bordo ciltli küçük ve ince defteri araladığımda yıllar öncesinde kaleme alınmış, üzerine yıl belirtilmişti. Giriş yazısından ve imzasından da anladığım kadarıyla dolaylı olarak bana emanet eden kişiye de bir emanetti. Bu daha da burk bir duyguydu.

Sayfalar bazen el yazısıyla, bazı sayfalarda büyük dik harflerle, bazı günler farklı renkte kalemlerle yazılmıştı. Daha önce var olan güncenin ikincisi olarak tanımlanmış, düşündüklerinden, olmasını isteklerinden en çok da yaşadığı olumsuz anlar ve duygulardan bahsederek, kendi çocuklarına hitap etmişti. “Siz çok küçüktünüz” demişti, “anneniz” diyerek bahsetmişti bazı satırlarda... Bazı satırlarda, çocuklarına “şu an ağlıyorsunuz” diye bahsetmişti...

Bu emaneti kendi çocuklarına vermeli miyim diye aklımdan geçirdim. Ya değerini bilemezlerse, ya önemsemezlerse... Ya da daha çok olumsuz anların yazıldığı satırlarda geçmişe dönüp bir kenara atarlarsa... Şu an için onu düşünmenin zamanı değil dedim kendi kendime... Bir de emanetin ilk sahibi vermediğine göre diye düşündüm.

Amacım, yaptığım çalışma için diğer emanetlerin (kitaplar, yazılmış kitaplar, basıma hazır dosyalar, fotoğraflar, eşyalar, anılar...) arasından birkaç fotoğraf almaktı. Ama o ince ve küçük anı defteri tüm gizemiyle elimin altında, gözümün önünde duruyordu. Defterin üzerinde çocukluğumdan hatırladığım beyaz etiketlerden vardı. Etiketin üzerinde o kişiye ait olduğunu bildirir küçük bir de not vardı.

Defterin sayfalarını hızlıca çevirdim. Araya eklenen bir zarf ve dörde katlanmış bir kağıda rastladım. Zarfın içerisinde başsağlığı için gönderilen telgraflar vardı. Küçük not kağıtlarında kimlerin telefon edip, katılamamalarının gerekçeleri bir iki kelimeyle not edilmişti. Bir de o hüzünlü ayrılışta yapılan masraflar bir kağıda detaylı yazılmıştı.

Pembe pelür kağıdın üzeri de daktilo ile yazılmıştı. O birkaç sayfa, o güncenin  belki de bir öykünün sonu gibi tamamlayanıydı.

Orada bir geçmiş vardı, yaşanmıştı, çile, emek en çok da sevgi vardı. Acıların içine gizlenmiş sevgilere rastladım. Hani şu sevgisinden zarar veren, işin içinden çıkılamayan çırpınışlardandı.

O okuduğum birkaç satır o defterin sırlarıydı. Bir satırını bile burada paylaşmayı planlamadım. O anki satırlar, kendini yazıda rahatlar bulan bir insanın içini kağıda dökmesiydi.

O pembe kağıtta yazılanlar henüz tamamını okumadığım güncenin belki de en özel kısmıydı. Günce kişiye ait olsa da, o kağıtta yazılanlar, o kişinin bir başka gözden yazılmış son saatleri olan hazin gidişinin anlatımıydı.

O satırları göz yaşlarımın buğusunda okudum.

Acının paylaşılamadığını anladım!

18 Ağustos 2016

YENER BALTA