6 Eylül 2024 Cuma

FISIR FISIR FISILTI

🎈🎈🎈🎈🎈

 FISIR FISIR FISILTI

 

Annem işaret parmağını dudağına götürerek “sus” dedi yavaşça… Ne diyeceksen “kulağıma fısılda!” 

Yarın babamın doğum günü. Ona sürpriz yapacağız.

 

Babam için en güzel armağan bahçedeki çiçeklerine yenilerini eklemekti. 

 

“Bahar geldi!” dedi, annem. Çok komik. Bahar teyze sandım. Demek istediği mevsimlerden baharmış. Buna çok güldüm…

 

“Mart ayındayız” dedi annem. Baharın ilk ayıdır Mart. Sonra Nisan, sonra Mayıs… 

Doğa canlanır. Çiçekler açar. Kelebekler uçar. Ağaçlar yeşillenir. Kuşlar cıvıldaşır…

“Sonra da sevdiğim yaz”… diye annemin sözünü kestim.  

“Yaz!…Yok yok, yazmayı çoktan öğrendim ben… Sonra sonbahar, ardından kış.” Deyince gülümsedi annem.

 

Annemle çiçekçiye gittik. Bahçenin her yeri yemyeşildi. Rengarenk çiçekler, çeşit çeşitti. Kırmızı gülü eğilip kokladım. Vızzzt sesiyle, aniden uzaklaştım gülden. Annemin gül yanakları kızardı birden,

“Arıdan ucuz kurtuldun” dedi gül kokulu nefesiyle. İğnesi tehlikeliydi. Sokabilirdi burnumu.

 

Nergislerin, sümbüllerin, zambakların, lalelerin olduğu yerde, “soğanlı bahçe çiçekleri” tabelası vardı. 

Bahçede bakınırken birden kulağıma fısıltılar geldi. Sağıma baktım, soluma baktım, kimseler yoktu. Peki nereden geliyordu bu fısıltılar? 

 

Bir sepet dolusu rengarenk çiçek soğanları, fileli ambalajlarda duruyordu. Eğildim, sessizce dinledim. Sesleri seçebiliyordum. 

 

Lale soğanı heyecanlı,

“Lütfen beni alın, beni alın” diye tekrarlıyordu. Frezya soğanları, lale soğanlarından daha da ufaktı.

 

Frezya soğanı, 

“Bir an önce bu filelerden kurtulmalıyız.”

“Burada olmaktan çok sıkıldım.” 

 

Sümbül soğanı, 

“Bu ipler beni sıkıyor, bir an önce toprakla buluşmak istiyorum” dedi.

 

“Güneşte doya doya ısınmak,” 

“Kökümü toprağa salmak…” dedi başka bir ses.

 

“Rengarenk çiçeklerimi açmak,”

“Kokumu yaymak istiyorum” dedi bir diğeri…

 

Zambak soğanı, 

“Ben de dayanacak güç kalmadı. Bu karanlık ve nemli yerde olmaktan çok sıkıldım. Baksanıza filizlendim tepemden. Toprakla buluşmaz, suya ulaşmazsam, burada kuruyup gideceğim. Bir sonraki baharı bekleyemem! Ne de olsa yılda bir kez çiçek açıyorum” dedi.

 

Hep bir ağızdan,

“Lütfen bizi de alın!” diye seslerini yükselttiler.

 

Anneme sepeti göstererek,

 “Her çiçek soğanından bir paket alalım mı?” diye sordum.

Annem,

“Seç bakalım.” dedi gülümseyerek.

Sevinçlerini görmeliydiniz. Neşe içindeydiler…

 

Yener Balta

Bir tarihte,

5 Eylül 2024 olsun tarihi

 

 

1 Temmuz 2024 Pazartesi

SAÇMASAPAN

 SAÇMASAPAN

Herkes, herkesin fikrini çürütüyor. Kimse kimsenin fikrine saygı duymuyor, duymadığı gibi ciddiye de almıyor. 

 

Herkesin doğrusu kendi bildiği. 

 

Ortaya bir fikir atılıyor, fikir olabilir mi denmeden olmayacağı üzerinde konuşuluyor.

 

Ortaya atılan fikri onaylanmadığı gibi, kendinin fikri olmayanlar... 

 

Olabilirliği üzerinde düşünmeden, hemen onay bekleniyor! deyip, kendi pasiflik ve acizliğini belli etmeler. Bunun da farkında olmamak...

 

Saygıdan bahsedenler en çok saygısızlık ediyor. Ciddiye alınıp dinlenmiyor, dinlense de kısa sürede söz kesiliyor. 

 

Sıkılıyor, sıkılmamak için bir şey yapılmıyor. Boş zaman insanı yıpratıyor. Bir şeyle uğraşmayınca da zihin kurup duruyor.

 

Uzaklaşmak, belki de kaçış, birilerinden, bir şeylerden... 

 

Hesaba alınmayışlar, söylesin dursunlar. Kendini haklı çıkarmak için başkalarını haksız yere sokmalar...

 

Yanlışı kendinde aramayıp, başkasında aramak ve geçmişte yapılanlara mal etmek...

 

Bir dost; “ana gibi, baba gibi,” ne eş, ne arkadaş, ne kardeş... hiç, hiçbiri o özel insanların yerini tutamaz. 

 

Ana babayı bile eleştiren insanlar... Ah ah...

 

Ana baba gitti!.. Dert bitti, öyle mi? Dert miydi onlar? Öyle san! Asıl dert sensin, derdine yan!.. Tabi kendinin farkına var önce!...

 

Hepsi saçma, yaşamak!.. Bu mu yaşamak yarım yamalak? 

 

Herkes onun peşinde. Al, oldu diyelim. Hıhh... Daha da değil mi? Yetmez, yetmez hep daha daha...

 

Azla, olanla yetinmeyi bil. Bize bu öğretildi. Kimin umurunda, kendini var edecek onunla! Bu bir yanılsama!..

 

Yeniye açık olmayıp, bir de iyice kapatanlar kendini...

 

İyiyi güzeli paylaşmayıp, başkasının olumsuzluğunu ballandırarak anlatanlar...

 

 

Sıklınca yazar bazıları,

 

YENER BALTA, 

14 ARALIK 2015

 

 

 

 

MAKYAJ

 MAKYAJ

Kadın erkeğin malı mıdır? Kadının üzerindeki bu hakimiyet niye? Maddi özgürlüğü olmayan kadınlar için söylense de, maddi gücü elinde olan kadınların da aynı davranışlara maruz kaldığı apaçık ortada. Çünkü erkeğin yaban bir yapısı var. Sahiplenme, hükmetme, buyurma, kullanma ve hatta aşağılama gibi duyguların tümünü birlikte yaşadığı kadın için uygulayabiliyor. 

 

Yazık!..

 

Bunu bilen, anlayan, görmezden gelen, katlanan ya da tümünün farkında olup, “onun da zamanı bir gün…” deyip bekleyen kadınlarda var!..

 

Geçenlerde bir olaya tanık oldum. Sırdaşım, dert ortağım her zamanki gibi gelmedi bu sefer yanıma. Ne bir göz yaşı, ne bir kin, ne de nefret duymadan paylaştı benimle yaşadıklarını...

 

Çoğu şeyin biterek, (ölen yakınlar, biten iş hayatı, yeni bir şehir, yeni bir eş...) yeni bir hayatın başlamasıyla, yaşının verdiği olgunlukla da daha bir cesur gördüm kendisini. Uzun süredir bir yerlere gitmeyen, emekliliği huzur içerisinde yeni uğraşlarla geçiren arkadaşım; uzun bir küslük değil, konuşmazlığın ardından eşiyle barışıp bir iki gün sonra yapılacak bir gösteriye gitmeye karar vermişler. Arkadaşım birlikte bir şey yapmanın, bir yere gitmenin ayrıcalığı ile hazırlanmış. Yeni yaşamı giyim derdini ortadan kaldırsa da böyle bir günde giyecek bulmanın kaygısını onu buna uydurarak geçiştirivermiş. Pek boyanmayı sevmeyen arkadaşım, uzun zamandır makyaj yapmadığından, gideceği ortamda kıyafetinin de verdiği sakillikten kurtulmak için az süslenmiş. Kendinden önce arabaya giden eşi ile yüzleştiğinde;

“Sen makyaj mı yaptın?” sorusu güm diye inivermiş, o günün gidişatına... Kocasının yüzünden her şey anlaşılmış bir anda... Arkadaşım şaşırıp kalmış. 

“Sen makyaj yapmayı sevmezdin?” demiş kocası. 

 “Evet sevmem, ama üstüm başımdan hoşnut değilim, hem sosyal bir ortama giriyoruz... 

“Çok güzel olmuşsun, çok yakışmış, hep yap diyeceğine...”

 Hem nereye gidiyoruz ki burada, markete giderken mi makyaj yapacağım? 

“Haa... Şimdi bir yere götürmediğimiz mi şikayet oldu?” diye konuyu başka yere de çekmiş kocası.

“Ben senin ne zaman makyaj yaptığını iyi bilirim kızım! Benim yanıma geldiğin ilk günde makyaj yapmıştın!”

Burada bomba patlamış.

“Sen kıskandın!” demiş arkadaşım.

“Ben senin iliğini kemiğini bilirim kızım!..” demiş kocası.

Aklı sıra gittikleri yerde gösteri yapacak olan kişiden kıskanmış.

“Üç kuruşluk herif için mi süslendim yani? Sen bir ruh hastasısın” demiş arkadaşım...

Tartışma sürüp gitmiş.

“Ben yeğenimin bizi davet ettiği yemeğe giderken de makyaj yapmıştım.” 

Arkadaşım hala iyi niyet içerisinde, 

“Şuradaki kafede çay içip dönelim. Gitmek istemiyorum.” demiş.

“Hani istiyordun?” 

“Artık istemiyorum. Gitsek de girmem içeri. Ya da eve dön, sen gitmek istiyorsan buyur.” demiş.

Tartışma büyümüş. Daha da büyümemesi için de, her ikisi de ayrı odalara çekilmiş. Arkadaşım enine boyuna düşünmüş. Sonrasında açıp benimle dertleşmiş. Benim ona diyebildiğim tek şey; “sen akıllı bir kadınsın, neyin doğru olduğunun kararını en iyi sen verirsin.” demek oldu...

 

O konuşmamızdan sonra arkadaşım eşinin yanına giderek, bu ilişkinin bu şekilde gitmeyeceğini konu olarak açmış. İşin ilginç yanı burada başlamış!

 

Aslında olayı başlatan arkadaşımmış, kocasını dediğine göre. O sadece,

“Sen makyaj yapmışsın!” demiş. Olayı abartan kendisiymiş, başka yöne çekip kavga çıkartmış. Bu ilişki böyle gitmezmiş. Tartışmaya hiç niyeti yokmuş. Yorulmuş sıkılmış artık... 

“Önümüzdeki günlerde değerlendirip hal yoluna koymalıymış ilişkiyi.” demiş. O sadece masumane,

 “Sen makyaj mı yaptın?” diyerek hayretini belirtmiş...

 

Acizliğin, zavallılığın, basitliğin, kıskançlığın, dengesizliğinin farkına vardığı için mi, yoksa bu o kişinin farkına varmadan yağ gibi suyun üstüne çıktığı bilinçsiz bir davranış mı bilinmez... Bunu hiçbir şey olmamış gibi gayet sakin olarak ifade etmesi de kaygı verici...

 

Eş diye seçtiğimiz insanların böyle davranışları karşısında suçlanmak ve suçlamak ayrı bir meziyet. Kadının yaptığı makyajdan çok erkeğin yaptığı makyaj burada düşündüren! Yüzünde duramayan, akan, birbirine karışan, maskeye dönüşen makyajlar...

 

21 Mart 2017

Yener Balta

 

 

ARABA(MIZ)

 ARABA(MIZ)

Pek araba sevdalısı değilimdir. Kullanmaya başlamadan önceye kadar hiç heves etmemiştim. Ehliyet alma düşüncem annemin isteği doğrultusunda gerçekleşmişti.

O zaman işsizdim, şehir değiştirmiş, özel şirketlerin olumsuzluklarından dolayı çalışabileceğim bir iş yeri bulamamıştım kendime... 

 

İkinci el, oldukça yıl almış bir arabamız vardı. Sık sık bakımı yapılsa da istediğimiz yere gidip geliyorduk. Annemin gitmek istediği yere götürmek hoşumuza gidiyordu. O zamanlar ne arabayı bilirdim ne de kullanmayı, eşimin katkılarıyla araba kullanmayı öğrenmiştim.

 

Annem bana, 

"Ehliyetini al da birlikte gezeriz!" demişti. İşsiz olduğumu, Ankara'ya yeniden geldiğimizi ve sıkıntılı bir dönem içerisinde olduğumuzun bizden daha fazla ayırımındaydı. 

"Sen ehliyet kursuna yazıl, kurs ücreti benden..." demişti. 

"Olmaz öyle şey demiştim," kabul etmemiştim. 

"Tamam, madem kabul etmiyorsun, paran olunca ödersin." deyip beni ikna etmişti. 

Bir iki taksiti annem ödemiş, o arada bir yerde işe başlamıştım. Kalan taksitleri de ben ödemiştim.

 

Ehliyet sınavını birincilikle bitirene kurs ücretsiz olacaktı. Bundan faydalanamasam da kurs bitmiş, ehliyet alınmış, ben trafiğe çıkar olmuştum.

 

Anneme, 

“Bu araba senin de, bunu bil!” demiştim. 

"Benzini benden" deyip, gideceği yerde katkıda bulunmak isterdi. Başlarda kabul ettim, gün geldi maaşım iyileşti. 

"Bundan sonra benzine karışmayacaksın, yoksa birlikte bir yerlere gitmeyiz anne" dedim. "Ey, peki arada alırım ama!" demişti, benim düşünceli annem...

 

Bir keresinde arabamız yokken, uzun bir aracın üzerinde çokça arabaları aynı anda taşıyan araç görmüştü. 

"Acı navar biri de düşse bizim olsa" deyip Antep şivesiyle beni güldürmüştü. Annem gülmeyi, güldürmeyi severdi... Doğaldı onun esprileri…

 

En çok da teyzeme giderdik. Seyran Bağlarının dik yokuşunda beni cesaretlendirdi. Çok dik bir yokuşun dışında başka yol seçeneğimiz olmadığından, acemilik zamanım için o yol benim kabusum olurdu. Daha yola çıkmadan, oraya gelince ne yaparım diye kaygılandığımda, annem cesaretlendiricim olurdu. Öndeki ve arkadan gelen aracı kollar, birinci vitese atar, arabayı bağırttırarak çıkardık. Kış günleri kar olacak, buzlanacak, lastik kayacak diye, zamanlamayı iyi yapardık. 

 

Gezerdik işte, gideceğimiz yere giderdik.

 

Bazı sabahlar saat dokuzda başlayan mesai öncesi, annemi evinden alır, teyzeme ya da ablama bırakır işe yetişirdim. İş çıkışı alır, evine bırakır, evime geçerdim. Ne mutlu olurdu annem. Ne mutlu olurdum annemin mutluluğundan…

 

Gezmeyi, dışarıya çıkmayı çok seven annem belli bir yaşa geldiğinde hastalıklarından dolayı çıkamadı. Bazen çıksın, hava alsın, değişiklik olsun diye çarşı pazara birlikte giderdik. O yorulup bir yerde otursa da hava almak iyi gelirdi. Birkaç kez memleketi, hem de çok sevdiği, hep burnunda tüttüğü Antep’ine oğlum dediği eşimle gitmişlerdi. Ne çok sevinmişti o gidişlere. Birkaç kez de birlikte, deniz kenarında rahat edecekleri bir iki sevdiklerine gitmiştik. Ne mutlu olmuşlardı babamla annem, ne çok dillerindeydi gidişleri…

Hastane gidişleri, zorunlu ziyaretler… Diyeceğim o ki, annemle babamın ulaşımları benim işimdi. Hiçbir zaman bundan rahatsızlık duymadım. 

 

Bir gün annem ve babama sizinle bir konuyu paylaşmak istiyorum dedim. Tıpkı evlilik kararımı duyurduğum gibi. Ne de olsa annem babamdı onlar, yüzümden anlarlardı o anki ruh halimi! Kararına saygı duyarız dediler! 

 

Aramızda söz konusu olan tek maddi bağ araba idi. İkinci el, neredeyse benle yaşıt bir arabayı verip, yerine yerli bir marka sıfır araba almıştık. Araba benim üzerime olsa da, o istiyordu. Ben paylaşmayı önermiştim… Bir araba alacak birikimim bir yana, aldığım maaş geçimimizdi. 

 

Babam, 

“Bu konu ilerde başımızı ağrıtır kızım, ver gitsin.” demişti. Ben,

“Annemin tek dış bağlantısı bu araba, en azından ikinci el bir araba alabilirim.” demiştim babama.

Babam çalışma odasında masasında, annem yan koltukta, ben karşı koltukta oturmuş konuşuyorduk.

Babam, “Ver gitsin kızım. Neyse araba, sana aynısından alırız. Paran ne zaman istersen hazır” demişti. Kendileri için ayırdığı birikimi düşünmeden araba için vermişti.

 

“Bu araba senin, bize bir şey olduğunda ablalarının bu arabada hakkı yok, bunu bil!” demişti. İşin bu yanı hiç mi hiç aklıma gelmemişti. Belki safça gelebilir ama, benim tek istediğim; annemle, babamın ihtiyaç duyduklarında yanlarında olmaktı.

 

Oldum da…

 

En kötüsü de o arabayla onları son yolculuklarına uğurlamaktı.

 

YENER BALTA

30 Haziran 2024

 

 

BUGÜN SİZİ ANDIM

BUGÜN SİZİ ANDIM 

Sanki anmadığım gün mü var, saçmalıyorum işte. 

Şimdi telefonu alsam elime, çevirsem numaranızı. 

Annem çıksa telefona, “efendim” dese, yumuşak, narin, puslu sesiyle… 

Ya da sıkılmış sesiyle!..

“Anne” desem, sesimi duyduğunda neşelense ilkin. 

Hep yaptığı gibi. 

Geleceğimi söylesem.

Beklese beni.

Benim onlara gitmemdeki heves gibi.

Babam, “Yener mi o?” dese geriden.

“Ver hele” dese, Antep şivesiyle.

Giderken almamı istediklerini sıralasa…

Alsam ben de bir bir. 

Bulamasam bile istediklerini, bulana kadar arasam.

Bu yaşımda bir aferin daha kazansam ondan.

Annem de isteyecek eksiklerini, az da küşümlenecek. 

“Sana da yük oluyoruz kızım” dese… 

Kulaklarım seslerini duysa, seslerini duyabilsem keşke…

Ah annem, ah babam…

KAYBETTİM

KAYBETTİM!

Yazma tutkumu kaybettim. 

Gören var mı? 

 

Yıllardır saklayıp biriktirdiğim yazılarım, satırlarım; anılarım, sorunlarım, sevinçlerim, mutluluklarım, ağıtlarım, dert ettiklerim, boş verdiklerim, en çok da değer verdiklerim!.. 

Ya da BEN’lerim…

Hepsi satırlarda sıralı. 

Bazen kendime diyemediklerim!..

Paylaşacak, dertleşecek kimse bulamadığımda kağıda döktüklerim...

 

Bir gün ansızın tüm anıları sonlandırmak. Sessizce, belki birkaç damla göz yaşı ile birlikte… Kaskatı, kararlı, emin…

 

Yok etmek! 

Yazmamak, yakmak, yıkmak, yok etmek işte, bir bir... 

Bakmaktan korkarak, bir cana kıyarcasına, 

Yırtmak, kesmek, kopartmak... 

 

Yazılanlar, geride bırakılanlar, geride, geride işte...

 

Kalanları gördüm, kalanları duydum!..

Kalamayanlar olmak var bir de! 

 

Kimsen yoksa geride, ya vakitli gidilmezse, ya geriye dönüp okunmazsa...

 

Evet biliyorum. Önemli olan yazmak. Yazmanın sana kattıkları. Yazmanın sana kazandırdıkları. Yazmak bir eylemse, eylemden kalan yazının bir değeri var mı? Yazmak kendini ifade edişse eğer, yazının kalmasının bir anlamı var mı? Bunlar kişiye özelse hele...

 

Kalmalı mı?

Kal ma ma lı mı?

 

Bir tarih işte… 

Yıl belki de, 2020…

Kim mi?

Ben işte.

29 Mart 2024 Cuma

DİLENCİ KADIN
"Allah ne muradın varsa versin" dedi dilenci kadın. Örtülü başı, yana yatık, ağlamaklı sesiyle, eli açık, yanıma yanaştı. Durdum, nefeslendim, gülümsedim kendisine... Arkasında kendi gibi kumaşlarla örtülü bir kadın ve bir de küçük kız çocuğu...
"Allah bana değil sana versin!" dedim sevecen bir sesle.
"Niye bana versin, sana da versin abla" dedi gülümseyerek.
"Bana dua edeceğine kendine dua etsene" dedim.
Bu lafıma şaşırdı, afalladı, duraksadı!..
Ankara'da Aralık ayının keskin soğuğunda, sokakta, cuma gününün bereketiyle dileniyordu.
"Bak bu soğukta sen dileniyorsun. Bir de benim için dua ediyorsun. Bana değil kendine dua etsene" dedim.
"Allah sınıyor bizi bu hayatta!" diyerek yaşadığı hayattan memnun olduğunu belirtiyordu.… Bulunduğu durumu kabullenmişti çoktan...
"Allah seni sınıyor da, beni neden sınamıyor?" diye sordum.
"Olur mu abla, hepimiz bu hayatta bir sınavdayız." diyerek kendine öğretilen ezberi bana dayattı.
"Öte dünyada belki daha iyi bir hayat bizi bekliyor." dedi.
"Hangi öte dünya?" dedim.
"Ne varsa bu dünyada!" dedim.
"Tövbe de abla!" dedi bana şaşkın, telaşlı bakışıyla...
"Şu an bu dünyada yaşıyoruz… Burada, güzel yaşayamadıktan sonra, öte dünyayı şimdiden niye düşünüyorsun ki?" dedim.
"Ne varmış halimde, çok şükür abla..." dedi kendini geri çekerek.
"Şu haline mi şükrediyorsun? Bu soğukta, üstünde başında yok, bir de dileniyorsun?" dedim.
Bir bana baktı, bir de birlikte dilendiği kadına. Kaçacak delik arar gibi uzaklaştı benden...
"Bak duydun mu? Ne diyor kadın! Öte dünya yok diyor. Neler diyor, duy hele... Tövbe tövbe!.." diyerek kendinden uzaklaştırıyor dolaylı söylediği lafı…
Şaşırmıştı dilenci kadın, varsa yoksa kendi bildiğiydi. Kendi bildiğinin karşısı bir fikir olduğunu duymaya bile tahammül edememişti...
"Tövbe de hanım, tövbe de bacım..." sözleri kulağıma geliyordu. Arkamda kalan dilenci kadının...
YENER BALTA, 31 ARALIK 2013

15 Ocak 2024 Pazartesi

SEVGİLİ DOĞA

 SEVGİLİ DOĞA,

Ne güzel babalarımız vardı, gittiler! Ne çok yazılacak şey var onlar için, ne çok söyleyecek söz... Demesi kolay, kabulü zor;

Başımız sağ olsun.

 

Facebook’ta Fevzi amca’nın durumu hakkında bilgiler veriyordun. Takipteydim. Bir iki satırla yazıp geçmeye gönlüm dayanamazdı. Kaybettiğimiz gün aramak istesem de acın çok tazeydi. Buna ben de dayanamazdım. Ve sesimizin Fevzi amca’nın gidişiyle buluşmasına...

 

Ne büyük değerdi Fevzi amca. Kendisini yazıya ve okumaya adayan nadir insanlardandı. Tıpkı babam gibi. Zaten bir birlerini de buluşturan ortak nokta bu değil miydi?

 

Babam her yazdığım yazıyı,

 “Fevzi’ye de yolladın mı?” diye sorardı. Onun da okumasını isterdi. Fevzi amca büyük destekçimdi. Olumlu, yerli eleştirileriyle hep yanımdaydı. Gazete ve dergilerde benim de yazılarımın yayınlanması için yardımcıydı. Hatta “Eren Bilge’de Gitti” adlı kitap hazırlığımda, babamın ardından söylenenlerde ne çok yardım etmişti bana...

 

Birkaç çocuk kitabı için kapak tasarımlarını benim çalışmamı istemişti. Çalıştık birlikte... En son telefon konuşmamızda, 

“Adresini tekrar ver, sana basılan kitaplarımdan yollayacağım” demişti. Maalesef olmadı. 

 

Dün, internet ortamında bir şey araştırırken Fevzi amcanın, köşe yazısında benden bahsettiğini gördüm. Daha önce de birkaç kez yer vermişti köşesinde. 

“Yener’in Blogunda Gezerken” başlıklı yazısından haberim yoktu. Birden mutlandım. Bir bölümüne burada yer vereceğim.

 

“...

Yener’i tanımıyor olabilirsiniz. Tanımalısınız. Bakın son yazışmamızı okuyunca kendisini tanıyacak, onu siz de seveceksiniz:


MERHABA FEVZİ BEY,


Eh aşkolsun size, duygulandırdınız beni...

Yazınızın alıntılar kısmında iki şiire yer vermişsiniz. Koç'un oğlu, Koç'a yazdığı mektup güzel bir ders örneği, teşekkürler.

Ama en acıtanı da, evinizdeki eşyalara, çiçeklere, pencerenize konan beslediğiniz güvercinlere, dokundu be Fevzi amca!...

Nice nice sağlıklı uzun ömür ve bol bol yazmalı, okumalı yıllar diliyorum size,

Lütfen böyle şeyler yazmayın, acıtıyor. 

Sevgilerimle,

*** 

Sözünü dinleyeceğim Sevgili Yener. Aslında acılı şeyler yazmak en ucuz edebiyattır, biliyorum. Ben de sevmem acılı yazıları. Hatta televizyonda acılı haberleri bile izlemeye özüm dövmez. 

Ne var ki, o gün ölümü düşününce yazmaktan kendimi alamadım. 

Sizi seviyoruz Sevgili yeğenimiz. Sağlıkla... Sevgiyle...

FEV 

*** "

 

15 OCAK 2020

YENER BALTA

 

 

ŞİKAYETİM ÜZERİNE

 ŞİKAYETİM ÜZERİNE

Karakolundan beni aradılar.

Yolladığım şikayet dilekçesi ile ilgili amirleri benimle yüz yüze konuşmak istiyormuş! 
Bugün karakola, komiserle görüşmeye gittim.

 

Ayağa kalktı, tokalaştı, kendisini tanıttı.

İsmimi söyleyerek koltuğu gösterdi.

Soluklandım.

Ne içmek istediğimi sordu. 

“Çay” dedim.

Sonrasında söze başladı.

“Sizi buraya kadar yordum. El yazınız çok güzel, dilekçedeki hitabınız, ifade biçiminiz, az öz anlatımınız… Bunu yazan kişiyle yüz yüze konuşmak, tanışmak istedim. 

Burada yaşadığınız olayı bir de sizden dinlemek isterim” dedi. 


Anlatmaya başladım;

 

23 Mart 2023 Perşembe tarihinde, saat 15.05 sularında oturduğum semtin istasyonundan metroya binerken çantamı düşürmüşüm. Fark ettiğimde üç durak sonrasıydı. İnip, bindiğim durağa döndüm. Durumu güvenlik elemanlarına anlattım. Gerekli araştırmayı yapıp, iletişimde bulundular, belli bir süre sonrasında sonuç alamadılar. Beni bulunduğum semtin Polis Karakoluna yönlendirdiler. 

Polis Karakolu’na geldiğimde saat 16.30’du. Kapı girişinde birkaç polis memuru vardı. Yaşadığım olayı dış kapıda anlattırdılar;

“Metroya girdiğimde çantamdan kartımı çıkardım, turnikeden geçtim. Treni beklerken çantam elimdeydi. Trene bindim. Otururken birden çantamın olmadığını fark ettim. “Eyvah çantam yok!” deyip ayağa fırladım. İlk durakta inip karşıya geçtim, ters yönden gelen trene binip, bindiğim yerde indim. Güvenlik elemanları yardımcı olsa da sonuç alamadılar. Buraya gelmemi söylediler” dedim. 

Bana sorular sorduktan sonra, 

“Bindiğiniz yer değil, fark ettiğiniz yer önemli, siz o karakola gidip şikayette bulunun!..” diyerek beni oraya göndermek istediler. 

Metronun içinde olduğumu, arada üç duraklık mesafe olduğunu, karakol burası olduğunu, çantamı kaybettiğimi, üzerimde param olmadığını söylesem de; başlarından savarcasına, bir tutanak tutmamak uğruna, benim o anki zor durumumun bile umurlarında olmadan, çaresizce beni orada öylece bıraktılar. 

Burada da tutanak tutabileceklerini dillendirsem de, bir birlerine bakıp,

“Dedik ya, diğer karakoluna gideceksiniz!” dedi, içlerinden bir polis memuru. Azarlarcasına! Oradan ayrıldığımda saat: 16.45’ di. 

 

Bana “bindiğiniz yer değil, fark ettiğiniz yer önemli, siz diğer karakola gidip şikayette bulunun!..” demelerinin geçerli bir neden olmadığını, gereğini yapmamak için beni diğer karakola göndermelerini geçerli bulmadığımı bildiririm. 

“Ben halktan biriysem, benim güvenliğimi sağlayacak olan polis memurlarının bu şekilde davranmalarını kabul edemem. 

Biz varsak onlar var!”


Çantamı nasıl bulduğumu da anlattım. Çok şanslı olduğumu da vurguladım. 
Personelleri adına özür diledi. O günün kamerasını izlediğini, gereğini yaptığını söyledi. 

“İsterseniz üst makamlara da bildirip takip edebilirsiniz konuyu” dedi. 
Ben de,

“Bu yeterli, size ulaşmak ve sizin de gereğini yapmış olmanız yeterli” dedim. 

“Sizin, konuyu dikkate alıp beni buraya çağırdığınız için ayrıca teşekkür ederim” dedim. 
“Ben bir kez yaşadım bu olumsuzluğu. Size her gün geliyordur bu tür olaylar. Sizler alışık olmalısınız. Ama ben, bu davranışı hak etmediğimi düşünüyorum. Onun için, polis memurlarının üstlerine sesimi duyurmak istedim” dedim. 


“Aydın bir kişi olduğunuz dilekçenizden belli… Hele ki böyle bir durumu geri bildirmeniz, bizim pek karşılaşmadığımız bir durum” dedi. 
Beni tanımak için sorular sordu. 

“Hayranlığım sizi tanıyınca daha da arttı” dedi. 
Yolunuz buralara düşerse, lütfen çayımızı içmeye de uğrayın” dedi. 

Vedalaştık.

 

 

YENER BALTA 

25 MART 2023

 

 

1 Ocak 2024 Pazartesi

EYVAH ÇANTAM!

 EYVAH ÇANTAM!

O gün evimden metroya yürümüş, on beş dakikalık mesafede yorulmuştum. Metro istasyonunda trenin gelmesini beklerken oturmuştum. Biraz cep telefonuma baktım. Trenden önce sesi geldi. Telefonu cebime koydum. Binmek için ayağa kalktım. Ne olduysa o arada olmuştu. Bunu sonra fark edecektim. 

Vagon boş sayılırdı. Oturulacak yer fazlasıyla vardı. Biraz bekledikten sonra oturdum. Bu sakinliğin nedeni belki de Ramazan ayının ilk günü olmasıydı. Evim Kızılay’a yakın, beş duraklık mesafedeydi. İnmek için hazırlanayım dedim. Çantamı elime almak için kucağımı yokladım. Çantam yoktu. Sırtımı yokladım. Çantam yoktu. Bir polisin üzerimi ararcasına vücudumu yokladım. Çantam yoktu. Ayağa fırladım, sağıma soluma baktım, üzerimi defalarca kontrol ettim. Bindiğim kapıya doğru baktım, çantam yoktu.

“Eyvah çantam yok!” deyip telaşla ilk istasyonda Sıhhiye’ de indim. İlk aklıma gelen bindiğim istasyona, Akköprü’ye geri dönmekti. Binerken düşürmüş olmalıydım. Sırtımda zannettiğim çanta kucağımda duruyor olmalıydı. Trenin gelme sırasında hafif olmasından dolayı düşürdüğümü fark etmemiştim. Çanta, ince paraşüt kumaşından, minik sırt çantalarındandı. Boş olduğunda bir avuca rahatlıkla sığabiliyordu.

Telaşla banka kartlarım aklıma geldi. Hemen iptal ettirmeliydim. Kartların bir de temassız ödeme özelliği vardı. Bu beni daha da telaşlandırmıştı. Neyse ki üzerinden pek zaman geçmeden fark etmiştim. Bir an içim rahatladı. 

Bankalardan ilkini aradım. Müşteri temsilcim hemen hesaplara bloke koyup, kartları iptal etti. Teşekkür ettim. Diğer bankayı aradığımda müşteri temsilcim, 

“Ben buradan bir şey yapamam 444’lü telefondan ulaşın!” dedi. 

“Nedir numara?” diye sordum. Numarayı aklımda tutacak durumda bile değildim. Neyse numarayı tuşlamış, telefonun diğer ucundaki elemana ulaşmıştım. Karşımdaki güvenlik için, baba adımın ilk iki harfini sorduktan sonra kart şifremi girmemi istedi. Hangisinin şifresini girmek istediğimi sordu. Kullanırken bile karıştırdığım şifreler rakam olarak beynimde uçuşuyordu. Telefondaki ses başarı ile şifremin tamamlandığını söyleyince rahatlamıştım. Her iki kartımın da iptal edilmesini istedim. Hesaplarıma da bloke konmasını… Telefondaki ses başka bir işlem isteyip istemediğimi sordu. Teşekkür ettim.

Hiçbir şeyden emin değildim. Aklım başımda değildi. Teyit etmek için tekrar aradım. Şifre kabul etmiyor, operatör yönlendiremiyor ben yaptığım işlemden emin olamıyordum. Tekrar müşteri temsilcisini aradım. Durumu bir de kendisinin kontrol etmesini söyledim. “Buradan bir şey yapamadığımı söyledim ya size!” deyince, kaç zamandır söyleyemediğim memnuniyetsizliğimi; 

“Sizden hiç memnun değilim” diye dillendirdim. Bana savunma amaçlı bir şeyler söylese de duymuyordum. Telefonu kapadım. Bir mektup uzunluğunda müşteri temsilcisinden kendini savunma mesajı gelmişti. Seninle işim sonra, deyip tamamını bile okumadım.

Koşarcasına girişteki güvenlik elemanını buldum. Durumu anlattım. Telsizle Kızılay güvenlik merkezine bildirdi. Herhangi bir bilginin olmadığını söylemişlerdi. 

“Bulunursa hemen haberimiz olur, merak etmeyin” dedi. Binerken düşürmüş olabileceğimi söyledim. 

“Gelin birlikte bindiğiniz yere, raylara bakalım” dedi.

Aşağı indik, raylara güvenlik açısından kendisi baktı. Beni yanaştırmadı. 

“Bir de karşıya geçip bakalım, buradan göremesek bile karşıdan görebiliriz” dedi. Raylar kara, istasyon kara, içim kapkaraydı. Çantam yoktu. 

“Benimle gelin” diyerek yukarı, danışmaya gittik. Elim ayağım tutmuyordu, dizlerimin bağı çözülmüştü. 

Titriyordum. Üşümekten çok yaşadığım olaydan tir tir titriyordum. 

“İçeri geçin, bayan arkadaşla oturun, ısınırsınız” dedi. Dilim damağım kurumuştu. Başım çatlıyordu. 

“Su var mı?” diye sordum. 

“Makineden alabilirsiniz” dedi.

Üzerimde para yoktu. Makineden kendi parasıyla bir şişe su almış bana uzatmıştı. Mahcup olmuştum. Belki kendisi için bile o makineden bir su bile almamıştı. Çok teşekkür ettim. 

“Helal olsun abla” dedi.

“Bu tür olaylarda çantayı bulan, metroda bir şey yapmaz. Her yerde kamera var. Dışarıya çıktığında içine bakar işine yarayanı alır, çantayı bir kenara atar. Bu devirde çok zor abla bulup getiren…” diye olayı özetlemişti. Bir ihtimal olan ümidim o an yok olmuştu. Bir türlü aklım almıyordu. Kendimi, çırılçıplak sokağın ortasında kalmış gibi hissediyordum. Eve nasıl gidecektim, nasıl girecektim. Anahtarım, banka kartları, kimlik kartım, ehliyetim, cüzdanımdaki paralar… aklıma geldikçe içim daralıyordu.

Güvenlik elemanı, nerede oturduğumu sordu, en yakın karakola zaman kaybetmeden gidip gerekeni yapmamı söyledi. Teşekkür ederek yola koyuldum. 

Kırk yıldır oturduğum yerde, durakta inince yönümü şaşırdım. Beynim bulanıktı. Çantam için kendimle hesaplaşıyordum. Bir solukta karakola vardım. Kaygılıydım, stresliydim, hızlı yürümekten nefes nefeseydim. Karakol ismi gibi karaydı. Girişte güvenlik geçişi, üzerinde silahlı kara üniformalı polisleri görmek beni rahatlatmamış, aksine daha da daraltmıştı. 

Binanın dış kapısında duran polis memurları, merdivenlere bile adım atamadan,

“Ne için geldiniz?” diyerek beni durdurdular.

Merdiven korkuluğuna dayanıp soluklandım. Dilim damağım kurumuştu, konuşamıyordum. Sonunda ağzımdan birkaç sözcük dökülmüş, “çantamı kaybettim” diyebilmiştim. Sürekli soru soruyorlardı. Nerede, ne zaman, nasıl?... soruları devam etti. Bu soruların cevaplarını verirken saçmalıkla sonuçlanacağı hiç aklıma gelmezdi. 

“Nerede düşürdüğünüz değil, nerede fark ettiğiniz geçerli. Siz Sıhhiye karakoluna gidin!” dedi içlerinden biri. Aklım almamıştı. Bu ne saçmalıktı! Arada üç durak vardı, burası da karakoldu. Niçin burada tutanak tutmadıklarını sordum. Dediğini tekrarladı. Beni ısrarla Sıhhiye karakoluna yönlendirdiler. Bir de yetmezmiş gibi azarladılar…

“Dedik ya, Sıhhiye karakoluna gideceksiniz!”

Donup kalmıştım. Bu saçmalığın hesabını daha sonra soracaktım! Sıhhiye karakoluna nasıl gidecektim. Üzerimde beş kuruş yoktu.

Günün, çalışma saatinin kalan son çeyreğiydi. Karakola yakın olan bankaya gidip bir şekilde para çekebilir miydim! Müşteri temsilcisinin masasına gittiğimde meşguldü. Masaya yaklaşıp, 

“Zor durumdayım, hesabımdan para çekebilir miyiz?” dedim.

“Öncelikle geçmiş olsun. Biraz beklerseniz, yardımcı olacağım” dedi, gergin bir ifadeyle… 

İşine ara verip yanıma geldiğinde hala kendini savunma aşamasındaydı. Karşılıklı bir şeyler konuşsak da sözcükler hava da birbirine çarpıyordu. Ne o beni dinliyordu, ne de ben onun savunmalarını… 

“Neyse, bu konuyu sonra konuşuruz. Şimdi bana para lazım. Bir miktar çekebilir miyiz?” dedim.

Bankolardan birine gittik, memur diretse de,

“Benim müşterim, ben kefilim” diyerek hesabımdan 1.000.00 TL. verdiler. Parayı cebime koydum, bankadan çıktım.

Olan olmuştu. Cebimde para vardı. Sakince ne yapmam gerek ona karar vermeliydim. Bana hayır demeyecek arkadaşımı aradım. Durumu bildirdim. Hemen geleceğini söyledi. Kendimi daha rahat hissetmiştim. Beklerken çay içmek için simitçiye oturdum. Yan masada oturan kadınla sohbet çoktan başlamıştı. Durumumu bir solukta anlattırmış, ona düşen teselli konuşması olarak; “depremde insanlar her şeyini kaybettiler, giden çantanız olsun!” diyerek buna şükür etmemi istemişti… 

Çayımı içmiş saati kolluyordum. Arkadaşım arayarak trafiğin çok yoğun olduğunu, biraz gecikeceğini söyledi. Yerimi bildirip, beklediğimi söyledim. Çay parasını ödeyip, ayaklandığımda bilmediğim bir telefon numarasıyla aranıyordum. 

Adımı söyleyerek kim olduğumu öğrendikten sonra,

“Çantanızı kaybettiniz mi?” diye o an için, hiç mi hiç beklemediğim bir soru olmuştu. Bankadan arıyorum, bulan kişinin telefon ve ismini yazabilir misiniz? Kendisiyle iletişime geçersiniz.

Kasa yanında duran kalemi aldım. Bir de küçük not kağıdı istedim simitçiden. Verilen numarayı ve kişinin ismini not aldım. Bu bir şaka mıydı? Hiçbir umudumun kalmadığı anda bu telefon konuşması, içinde bulunduğum durumu tam tersine çevirmişti. Birden, tüm olumsuzluklar beynime üşüştü. Çanta bulunmuş olsa da, içindekiler duruyor muydu? 

Önce not aldığım numarayı aradım. Genç bir erkek sesiydi duyduğum. 

“Bulduğunuz çantanın sahibiyim. Bankadan sizin numarayı verdiler” dedim. 

“Merhaba, bizim elemanın babası bulmuş çantanızı metroda. Oğlu benim yanımda çalışır. Suriyeliler, Türkçe bilmezler. Oğlu az biraz konuşup anlayabiliyor. Çantayı hiç açmamışlar, çantanızı ben açtım. Size ulaşmak için bir telefon numarası aradım, bulamadım. Banka aracılığı ile size ulaşmak aklıma geldi. Size oğlunun adını, ev adresini ve telefon numarasını vereceğim. Şu an iş yerinden eve gitmek için çıktı. Siz onu bir saat sonra arayın. Ancak evde olur. Babası çantayı eve götürmüş oradan teslim alırsınız” dedi. Tekrar tekrar teşekkür ettim. Daha sonra sizi arayacağım diye telefonu kapattım. 

Karşıyaka’ya gitmek zaman alacaktı. Ben telefonla konuşurken yanıma gelen arkadaşım konuşmaları duymuş, hemen kızını aramış. İşi gereği Suriyelilerle çalıştığı için, iş yerinden Arapça tercüman arkadaşını yardımcı olması için ayarlamış. Ne büyük tesadüf… 

Arkadaşımla yola koyulduk. Olanları yol boyunca ona anlattım. Çok şanslı olduğumu düşündüm. Olmayacak olmuş, çantam bulunmuştu. Patronun “çantayı hiç açmamışlar, ben açtım” demesi kulaklarımda çınlıyordu. Metrodaki güvenlik elemanının dediğinin tam tersiydi. Bulan gerekeni almamıştı, kalanını çöpe atmamıştı…

Suriyeli oğuldan önce verilen adrese gelmiştik. Kırmızı, tek katlı binanın kapı numarası aradığımız evdi. Yıkık, dökük, bakımsız olan ev üflesen devrilecek gibiydi. Pencerenin kırık camında sıkıştırılmış bir minder, kalan açıklıkta perde uçuşuyordu. Ev terkedilmiş gibiydi, yaşam belirtisi yoktu. Baca tütmüyordu. Ülkelerinden, yurdundan, evinden uzak, her şeylerini bırakıp ülkemize sığınmışlardı. 

Bir saati doldurmuştuk. Telefon numarasını çevirdiğimiz de evin oğlunu yolda eve doğru gelirken görmüştük. Yanımıza geldi. Gülümsedi. Selamlaştık. 

“Çantanız evde, babam önce geldi. Özürlü kardeşim var ona bakmaya geldi.” dedi. Türkçeyi güzel konuştuğunu söyledim. Gülümsedi. Bizi eve doğru yönlendirdi. Evin yan tarafında küçük bir bahçe vardı. Bahçe kalabalıktı. Baba, amca ve özürlü kardeşinin yanında birkaç özürlü genç daha vardı. Selamlaştıktan sonra bana, “Gelin, çantanız içerde” diyerek evin kapısına yönlendirdi. Evin kapısında kucağında yine özürlü bir çocuğu tutan, evin hanımı çantamı gülümseyerek bana uzattı. Teşekkür ettim. Çantamı ve cüzdanımı hafif yan dönerek kontrol ettim. Her şeyim duruyordu. Cebimdeki, bankadan çektiğim paranın tümünü kadına uzattım. “Lütfen kabul edin, çok teşekkür ederim” dedim. Parayı uzattığımı evin oğlu görmüştü. “Gerek yoktu abla” dedi.

“Olur mu? Helali hoş olsun. Bu devirde iyi insanlara rastlamak çok zor. Sağ olun, var olun…”

Elimde tuttuğum çantamın sevincini o an için unutmuştum. Karşılaştığım iç burkan bu manzaraya üzülmüştüm. Sağımda solumda dolaşan özürlü gençlerin akraba evliliği sonucunda dünyaya geldiğini düşündüm. Tıp bunu kanıtlamıştı. Her yeni doğan çocuğun kaderi aynı olacaktı. Bu yoklukta, bakıma muhtaç bu kadar özürlü çocuğun içinde, bu insanların iyi niyeti karşısında şaşkına dönmüştüm. Ev yokluktu, yaşayanlarda yoktu. Ama insanlık çoktu. 

“Yemeğe kalın, birlikte yiyelim” demişti baba. Evin oğlu tercüme etmişti. Kendilerine yetmeyecek lokmalarını bizimle paylaşmaya hazırlardı. İçim burkularak, defalarca teşekkür ettim.

Bu yoklukta bu dürüstlüğü sorgular olmuştum. Dürüstlük sahip olunmayanlarla ölçülür müydü? 

Bu karşılaştığım yoklukta, varlığı yakalamam benim için unutulmaz izler bırakacaktı.

YENER BALTA,

25 Mart 2023


28 Aralık 2019 Cumartesi

SİĞİL PRENSESİ

🎈🎈🎈🎈🎈
SİĞİL PRENSESİ

O yaşımda, gece karanlığında, açık alanda, ayın altında olamazdım. Bana yukarıda, o sonsuzluğun ortasında, ayın dolunay hali lazımdı. Aklınıza hemen bu kız hayalinde kurt adam olmak istiyor diye geçti değil mi? Hayır, kurt adam olamazdım zaten. Ancak kurt kız olabilirdim. Çünkü ben erkek değildim. Adım Yener olsa da bir küçük kız çocuğuydum.
İlkokula gidiyordum, ama kaçıncı sınıfa gittiğimi hatırlamıyorum şu an... Hayal kurmak değildi amacım, beni üzen, beni sıkan en büyük derdim olan elimin üzerindeki siğillerdi!.. Arkadaşlarım hep alay ederdi benimle, “Siğil Prensesi” diye... 
Elimin üzeri pütür pütür siğillerle doyuldu. Sık sık sayardım, sayıları gittikçe artardı. Bazıları acır, kaşınırdı. Ben kaşıdıkça, kanar, kopar, tekrar çıkardı... Sen kurbağa mı tuttun deyip nedenini arayanlar bile olurdu. Bunlardan kurtulmak için her şeyi yapmaya hazırdım.
Babam en büyük sorun benim siğillerimmiş gibi benimle her zaman ilgilendi. Doktor sonrası, merhemler, eczanede hazırlanmış özel karışımlı sıvılar, okuyup üflemesini bilen büyüklerin ısrarlı tedavileri işe yaramamıştı.
Evde oturduğumuz akşamlar, babam işaret parmağını diliyle ıslatır, benim elimin üzerindeki bir iki siğile değdirir, ben çeker çekmez de bana gülümser;
"Bak göreceksin, benim tükürüğüm iyi gelecek, hepsi de geçecek!" diye beni teselli ederken nice üfürükçülere taş çıkartırdı.
Dolunayın altında, açık bir alanda, ezbere Amentü Duasını okursam siğillerimden kurtulacaktım. Bunu yapmamı, bunu yaparsam elimin üzerinde sayısız olan siğillerden kurtulabileceğimi bana kim söylemişti hatırlamıyorum. Duyduğum ilk günden başlayarak okula giderken, sabah erken saatte gökyüzünde ayın hallerini izler olmuştum. Ay hilal oldu, yarım ay oldu, dolunay oldu... Dolunayın olmasını beklerken benim yapmam gereken en önemli şey Amentü Duasını ezberlemekti. Anlamadığım, bilmediğim bir şeyi nasıl ezberleyecektim?
O zamanlar ilkokulda din dersleri zorunluydu. Din ve Ahlak Bilgisi adı altında birleştirilmiş dersin, beni din konusu değil ahlak bölümü ilgilendiriyordu. Zorlandığımı bugün gibi hatırlıyorum, ezberim kuvvetli değildi. Bir türlü ezberleyemez, kelimeleri birbirine karıştırır dururdum…
Babam, din konusunda hassastı. Benim bir türlü beceremediğim bu derse tepki gösterdi. Bir gün, sınıf öğretmenime hitaben, kendi el yazısı ile yazdığı notu vermemi istedi. Çok güzel bir el yazısı vardı babamın çocukların okuyamayacağı...
Babamın  yazdığı notta ne yazıyor diye merak ettiniz değil mi?
"Arapça kelimelerin Türk olan çocuğuma ezberletilmesini bir veli olarak kabul etmiyorum…
Bu konuda kızıma bir dayatma yapmamanızı rica eder saygılar sunarım…”
Din dersinde ezberleyemediğim Amentü Duasını, bana yakıştırılan bu “Siğil Prensesliği”nden kurtulmak için çok zorlanmış olsamda inadına ezberlemiştim. Gecenin karanlığında olmasa da, sabah erken saatte, okul yolunda, boş meydanda dolunayın altında illa ezbere okumam gereken Amentü Duasını besmeleyle başlamış, kelime-i Şahadet getirerek sonlandırmıştım.
Duam mı işe yaramıştı, babamın üfürükçülere taş çıkaran efsunlu tükürüğü mü, yoksa bağışıklık sistemim mi güçlenmişti bilmiyorum.
Bir süre sonra elimin üzerinde bulunan tüm siğillerden kurtulmuştum.
Geçmişte yaşadığım siğiller nedeniyle olsa gerek şu an orta parmağımın tam ortasında çıkan kocaman siğile daha sevecenlikle bakıyorum…

Yener Balta, 31 MART 2014

OKUMA İLACI


🎈🎈🎈🎈🎈
OKUMA İLACI

Ablam, ilkokula giden yeğenimin yaz tatili boyunca kitap okumadığından şikayetçiydi... Babamla paylaşmış,

"Bu çocuğu ne yapmalı da kitap okumaya alıştırmalı?" demişti. Babam, "Zorla olmaz, kendi isteyecek, zamana bırak, nasılsa bir gün okur" demişti. Ablam, "Tatilde ödev olarak okuması gereken kitabını bile okumak istemiyor, neredeyse okul başlayacak..." demişti.

İşi gücü; bir kutu dolusu kurşun askerlerini ortaya döküp, hayalinde canlandırdığı savaşçılık oyununu oynamaktı. Ondan sıkılınca minik arabalarını evdeki eşyalardan barikat, köprü, yol gibi yapıp onların arasından yerde sürünerek ilerletmekti. Çocuktu kendi hayal dünyasında yaşıyordu. Eh, oyun onun hakkıydı...

Ablam yeğenimi doktora götürmüş, büyüme ve gelişme döneminde olduğundan, yediklerinin dışında takviye C vitamini alması gerektiğini söylemişti. Bunu duyan babamın aklına güzel bir fikir gelmişti. "Torunum nasıl kitap okuyacak göreceksiniz!" demişti bize. Doktorun önerdiği Sandoz tabletini ablamdan istemiş, yeğenimi de yanına çağırmıştı.

Babamın her zaman kitap okumasına şaşan yeğenim, "Dede, nasıl oluyor da bu kadar çok kitap okuyabiliyorsun?" diye sormuştu.

Annesinin tekrarlarından sıkılmış, dedesine, "Ben ödevim olan Küçük Prens'in ilk sayfasını açtığımda canım okumak istemiyor, hemen kapatıyorum." demişti.

"Bana mutfaktan bir bardak su getir bakalım." demişti yeğenime babam...

Yeğenim, su getirmek üzere mutfağa giderken ablamla bana gülümsüyordu babam. "Bakın şimdi!" diye...

Yeğenim; koşarak gittiği mutfaktan elinde getirdiği su bardağını "Al!.." diyerek dedesine uzatmıştı.

"Gel bakalım yanıma" demişti dedesi. Cebinden daha önce kutusundan çıkarttığı yaldızlı kağıda sarılmış turuncu renkli tableti suyun içine bırakmıştı.

Tablet, hızla bardağın dibine çökmüş, hızlı hızlı dönmeye başlayarak köpürmüş, daha çok hava kabarcıkları oluşturduktan sonra cızz sesiyle yok olmuştu.

Bardaktaki su turuncuya boyanmış, köpüklerin çıkardığı ses ve portakal kokusu yeğenimi büyülemişti.

Yeğenim, gözlerini açmış bardağı izlerken, babamın dediklerine de dikkat kesilmişti.

"Bak oğlum, bunu içtikten sonra kitap okumaya başlarsın. Buna  okuma ilacı derler. Bak göreceksin sen bile şaşıracaksın!" demişti.

Ablama dönüp, "Ben de dedem gibi kitap okuyabilecekmişim!" diyerek mutluluğunu annesiyle  paylaşmıştı.

Hâla hava kabarcıkları çıkaran bardak  yüzünde serinlik bırakmıştı. Bir yudum aldı, tatlı tadının yanında ekşi tadı da alınca yüzünü buruşturmuştu. Daha sonra dedesinden aldığı onayla bir dikişte tümünü bitirdi.

Bizler gülümsüyorduk. O da bizim gülüşümüze gülerek karşılık vermiş, "Ne zaman etkisini gösterir dede? " diye sormuştu.  "Birkaç saate kalmaz kendiliğinden okumak isteyeceksin! Biraz bekle bakalım!”

Birkaç gün sonra ablam bizi arayarak; oğlunun günde bir kez aldığı ilacın işe yaradığını, yeni bir kitap almak için yolda olduklarını söylüyordu.

Yener Balta, 19 Mayıs 2013