YOZGATLI TEYZEM
“Bir merhaba bile demiyor
buradaki insanlar!” dedi nispet ederek.
“Merhaba dedim ya teyze...” dedim
vurgulayarak...
“Sana demiyorum kızım, sen dedin.
Buranın insanları ne böyle, kimse bir selam vermiyor.”
“Buradaki herkes dışarıdan gelme,
buralarda pek yerlisine rastlayamazsınız.”
“Bizim oralarda selamsız geçilmez
de, ne bileyim kızım...”
Deniz kenarında, ters duran
kayığın takozuna oturmuş, yorgun ve mutsuz görünüyordu teyzem. Belli ki sohbete
aç, insan yüzüne hasret kalmıştı. Başörtüsünde, entarisinin üzerine giydiği uzun
eteğinde, mini çiçekli koyu renklerinde bir karmaşa vardı. Yüzündeki çizgilerden
yaşı anlaşılıyordu. Dökülen dişlerinden, ince içeri kaçmış dudakları
morarmıştı. Ayaklarını üzeri kabuk tutmuş, yaraydı.
Ben sormadan anlatmaya başlamıştı
sohbete hasret teyzem. Burada oğlumla gelinin yanındayım. İkisi de sağlıkçı...
Evim Yozgat’ta. Oralıyım ben... Sıkıldım burada çok... Gelin yaptığım işi
beğenmiyor.
“Beğenmez mi teyzem?”
“Beğenmiyor, beğenmiyor...”
Mutsuzdu teyzem, memleketinden,
evinden uzak olmaktan, gelinin yanında olmaktan, konuşamamaktan...
“Hep mi burada kalıyorsunuz?”
“Yok kızım yok, biran önce bayram
gelsin diye bekliyorum, bayramda gideceğiz.”
“Eh, az kaldı önümüz bayram...”
“Ne bileyim kızım, oradaki yakıt
parasını burada harcarız dedim, geldim. Geldiğime bin pişmanım!...”
Buranın insanı değildi teyzem,
sıkılmıştı. Gitmedim, yoluma devam etmedim, hasret kaldığı sohbetin dinleyicisi
oldum...
İki oğlum var, bir de kızım.
Kızım torun bekler, kızının yanına gitti. Ben yalnız yaşarım. Burada ki evler
nedir öyle, kapıdan girersin mutfak, iki kat çıkarsın... ev, ev değil ki, ev
böyle mi olur?
Benimle ilgili birkaç sorusu da oldu. Nereliydim,
niye buralara geldim, evim eşim var mıydı? Çocuk var mıydı?
“Çocuk yok.” dedim.
“En iyisi, çocuğun mu var derdin
var!..” deyip her duyan gibi teselli lafını o da etmişti.
Laf nereden açılmıştı
hatırlamıyorum ama oruç tuttuğunu söyledi. Oruç o yaş için uygun değildi.
Hastalıklarının olup olmadığını sormuştum.
“Olmaz mı, her şey var.”
“Oruç iyi gelmez teyze.”
Belli ki kalp rahatsızlığı vardı,
dudakları mordu, ayağındaki kaşıntı izleri şekerdendi. Eklemişti,
“Su iç bol bol dedi doktor,
söylemesi ayıp kabızlık var kızım...”
“Eh yapma teyzem, tutma oruç...”
“Benim için dersin, doğru
söylersin. Ne bileyim kızım, çocuklar tutuyor, onlarla tutuyorum bende.”
Denize sıfır oturduğu yerden
ayaklarını suya sokmasını önerdim.
“Şişmiş ayaklarına tuzlu deniz
suyu iyi gelir teyzem” demiştim.
“He olur.” dese de yapmamıştı.
“Benim oğul işte...” demişti.
Oğlu denizden çıkıyordu. Arkamda olduğu için bir an anlamamıştım.
“Yolundan alıkoydum kızım seni.”
dedi.
“Yok teyzem, sohbet ettik ne
güzel. Madem oğlunuz geldi, ben gideyim.” demiştim.
“Uğurlar ola kızım, bahtın açık
olsun.” demişti.
Yaşlılık buydu işte, sohbete aç,
insana hasret... Bir yerde okumuştum.
Yedi yaşın altıyla, yetmiş yaşın üstü insanlarla daha çok vakit geçirin
yazıyordu. Arta kalan yaşlardaki insanların hayatın içinde kayboldukları,
insanın farkında olmadıklarının bir belirtisiydi bence... Çok da doğruydu,
insanın özü o iki yaş belirlemesinin arta kalanlarındaydı.
25 HAZİRAN 2016
YENER BALTA