29 Mart 2024 Cuma

DİLENCİ KADIN
"Allah ne muradın varsa versin" dedi dilenci kadın. Örtülü başı, yana yatık, ağlamaklı sesiyle, eli açık, yanıma yanaştı. Durdum, nefeslendim, gülümsedim kendisine... Arkasında kendi gibi kumaşlarla örtülü bir kadın ve bir de küçük kız çocuğu...
"Allah bana değil sana versin!" dedim sevecen bir sesle.
"Niye bana versin, sana da versin abla" dedi gülümseyerek.
"Bana dua edeceğine kendine dua etsene" dedim.
Bu lafıma şaşırdı, afalladı, duraksadı!..
Ankara'da Aralık ayının keskin soğuğunda, sokakta, cuma gününün bereketiyle dileniyordu.
"Bak bu soğukta sen dileniyorsun. Bir de benim için dua ediyorsun. Bana değil kendine dua etsene" dedim.
"Allah sınıyor bizi bu hayatta!" diyerek yaşadığı hayattan memnun olduğunu belirtiyordu.… Bulunduğu durumu kabullenmişti çoktan...
"Allah seni sınıyor da, beni neden sınamıyor?" diye sordum.
"Olur mu abla, hepimiz bu hayatta bir sınavdayız." diyerek kendine öğretilen ezberi bana dayattı.
"Öte dünyada belki daha iyi bir hayat bizi bekliyor." dedi.
"Hangi öte dünya?" dedim.
"Ne varsa bu dünyada!" dedim.
"Tövbe de abla!" dedi bana şaşkın, telaşlı bakışıyla...
"Şu an bu dünyada yaşıyoruz… Burada, güzel yaşayamadıktan sonra, öte dünyayı şimdiden niye düşünüyorsun ki?" dedim.
"Ne varmış halimde, çok şükür abla..." dedi kendini geri çekerek.
"Şu haline mi şükrediyorsun? Bu soğukta, üstünde başında yok, bir de dileniyorsun?" dedim.
Bir bana baktı, bir de birlikte dilendiği kadına. Kaçacak delik arar gibi uzaklaştı benden...
"Bak duydun mu? Ne diyor kadın! Öte dünya yok diyor. Neler diyor, duy hele... Tövbe tövbe!.." diyerek kendinden uzaklaştırıyor dolaylı söylediği lafı…
Şaşırmıştı dilenci kadın, varsa yoksa kendi bildiğiydi. Kendi bildiğinin karşısı bir fikir olduğunu duymaya bile tahammül edememişti...
"Tövbe de hanım, tövbe de bacım..." sözleri kulağıma geliyordu. Arkamda kalan dilenci kadının...
YENER BALTA, 31 ARALIK 2013

15 Ocak 2024 Pazartesi

SEVGİLİ DOĞA

 SEVGİLİ DOĞA,

Ne güzel babalarımız vardı, gittiler! Ne çok yazılacak şey var onlar için, ne çok söyleyecek söz... Demesi kolay, kabulü zor;

Başımız sağ olsun.

 

Facebook’ta Fevzi amca’nın durumu hakkında bilgiler veriyordun. Takipteydim. Bir iki satırla yazıp geçmeye gönlüm dayanamazdı. Kaybettiğimiz gün aramak istesem de acın çok tazeydi. Buna ben de dayanamazdım. Ve sesimizin Fevzi amca’nın gidişiyle buluşmasına...

 

Ne büyük değerdi Fevzi amca. Kendisini yazıya ve okumaya adayan nadir insanlardandı. Tıpkı babam gibi. Zaten bir birlerini de buluşturan ortak nokta bu değil miydi?

 

Babam her yazdığım yazıyı,

 “Fevzi’ye de yolladın mı?” diye sorardı. Onun da okumasını isterdi. Fevzi amca büyük destekçimdi. Olumlu, yerli eleştirileriyle hep yanımdaydı. Gazete ve dergilerde benim de yazılarımın yayınlanması için yardımcıydı. Hatta “Eren Bilge’de Gitti” adlı kitap hazırlığımda, babamın ardından söylenenlerde ne çok yardım etmişti bana...

 

Birkaç çocuk kitabı için kapak tasarımlarını benim çalışmamı istemişti. Çalıştık birlikte... En son telefon konuşmamızda, 

“Adresini tekrar ver, sana basılan kitaplarımdan yollayacağım” demişti. Maalesef olmadı. 

 

Dün, internet ortamında bir şey araştırırken Fevzi amcanın, köşe yazısında benden bahsettiğini gördüm. Daha önce de birkaç kez yer vermişti köşesinde. 

“Yener’in Blogunda Gezerken” başlıklı yazısından haberim yoktu. Birden mutlandım. Bir bölümüne burada yer vereceğim.

 

“...

Yener’i tanımıyor olabilirsiniz. Tanımalısınız. Bakın son yazışmamızı okuyunca kendisini tanıyacak, onu siz de seveceksiniz:


MERHABA FEVZİ BEY,


Eh aşkolsun size, duygulandırdınız beni...

Yazınızın alıntılar kısmında iki şiire yer vermişsiniz. Koç'un oğlu, Koç'a yazdığı mektup güzel bir ders örneği, teşekkürler.

Ama en acıtanı da, evinizdeki eşyalara, çiçeklere, pencerenize konan beslediğiniz güvercinlere, dokundu be Fevzi amca!...

Nice nice sağlıklı uzun ömür ve bol bol yazmalı, okumalı yıllar diliyorum size,

Lütfen böyle şeyler yazmayın, acıtıyor. 

Sevgilerimle,

*** 

Sözünü dinleyeceğim Sevgili Yener. Aslında acılı şeyler yazmak en ucuz edebiyattır, biliyorum. Ben de sevmem acılı yazıları. Hatta televizyonda acılı haberleri bile izlemeye özüm dövmez. 

Ne var ki, o gün ölümü düşününce yazmaktan kendimi alamadım. 

Sizi seviyoruz Sevgili yeğenimiz. Sağlıkla... Sevgiyle...

FEV 

*** "

 

15 OCAK 2020

YENER BALTA

 

 

ŞİKAYETİM ÜZERİNE

 ŞİKAYETİM ÜZERİNE

Karakolundan beni aradılar.

Yolladığım şikayet dilekçesi ile ilgili amirleri benimle yüz yüze konuşmak istiyormuş! 
Bugün karakola, komiserle görüşmeye gittim.

 

Ayağa kalktı, tokalaştı, kendisini tanıttı.

İsmimi söyleyerek koltuğu gösterdi.

Soluklandım.

Ne içmek istediğimi sordu. 

“Çay” dedim.

Sonrasında söze başladı.

“Sizi buraya kadar yordum. El yazınız çok güzel, dilekçedeki hitabınız, ifade biçiminiz, az öz anlatımınız… Bunu yazan kişiyle yüz yüze konuşmak, tanışmak istedim. 

Burada yaşadığınız olayı bir de sizden dinlemek isterim” dedi. 


Anlatmaya başladım;

 

23 Mart 2023 Perşembe tarihinde, saat 15.05 sularında oturduğum semtin istasyonundan metroya binerken çantamı düşürmüşüm. Fark ettiğimde üç durak sonrasıydı. İnip, bindiğim durağa döndüm. Durumu güvenlik elemanlarına anlattım. Gerekli araştırmayı yapıp, iletişimde bulundular, belli bir süre sonrasında sonuç alamadılar. Beni bulunduğum semtin Polis Karakoluna yönlendirdiler. 

Polis Karakolu’na geldiğimde saat 16.30’du. Kapı girişinde birkaç polis memuru vardı. Yaşadığım olayı dış kapıda anlattırdılar;

“Metroya girdiğimde çantamdan kartımı çıkardım, turnikeden geçtim. Treni beklerken çantam elimdeydi. Trene bindim. Otururken birden çantamın olmadığını fark ettim. “Eyvah çantam yok!” deyip ayağa fırladım. İlk durakta inip karşıya geçtim, ters yönden gelen trene binip, bindiğim yerde indim. Güvenlik elemanları yardımcı olsa da sonuç alamadılar. Buraya gelmemi söylediler” dedim. 

Bana sorular sorduktan sonra, 

“Bindiğiniz yer değil, fark ettiğiniz yer önemli, siz o karakola gidip şikayette bulunun!..” diyerek beni oraya göndermek istediler. 

Metronun içinde olduğumu, arada üç duraklık mesafe olduğunu, karakol burası olduğunu, çantamı kaybettiğimi, üzerimde param olmadığını söylesem de; başlarından savarcasına, bir tutanak tutmamak uğruna, benim o anki zor durumumun bile umurlarında olmadan, çaresizce beni orada öylece bıraktılar. 

Burada da tutanak tutabileceklerini dillendirsem de, bir birlerine bakıp,

“Dedik ya, diğer karakoluna gideceksiniz!” dedi, içlerinden bir polis memuru. Azarlarcasına! Oradan ayrıldığımda saat: 16.45’ di. 

 

Bana “bindiğiniz yer değil, fark ettiğiniz yer önemli, siz diğer karakola gidip şikayette bulunun!..” demelerinin geçerli bir neden olmadığını, gereğini yapmamak için beni diğer karakola göndermelerini geçerli bulmadığımı bildiririm. 

“Ben halktan biriysem, benim güvenliğimi sağlayacak olan polis memurlarının bu şekilde davranmalarını kabul edemem. 

Biz varsak onlar var!”


Çantamı nasıl bulduğumu da anlattım. Çok şanslı olduğumu da vurguladım. 
Personelleri adına özür diledi. O günün kamerasını izlediğini, gereğini yaptığını söyledi. 

“İsterseniz üst makamlara da bildirip takip edebilirsiniz konuyu” dedi. 
Ben de,

“Bu yeterli, size ulaşmak ve sizin de gereğini yapmış olmanız yeterli” dedim. 

“Sizin, konuyu dikkate alıp beni buraya çağırdığınız için ayrıca teşekkür ederim” dedim. 
“Ben bir kez yaşadım bu olumsuzluğu. Size her gün geliyordur bu tür olaylar. Sizler alışık olmalısınız. Ama ben, bu davranışı hak etmediğimi düşünüyorum. Onun için, polis memurlarının üstlerine sesimi duyurmak istedim” dedim. 


“Aydın bir kişi olduğunuz dilekçenizden belli… Hele ki böyle bir durumu geri bildirmeniz, bizim pek karşılaşmadığımız bir durum” dedi. 
Beni tanımak için sorular sordu. 

“Hayranlığım sizi tanıyınca daha da arttı” dedi. 
Yolunuz buralara düşerse, lütfen çayımızı içmeye de uğrayın” dedi. 

Vedalaştık.

 

 

YENER BALTA 

25 MART 2023

 

 

1 Ocak 2024 Pazartesi

EYVAH ÇANTAM!

 EYVAH ÇANTAM!

O gün evimden metroya yürümüş, on beş dakikalık mesafede yorulmuştum. Metro istasyonunda trenin gelmesini beklerken oturmuştum. Biraz cep telefonuma baktım. Trenden önce sesi geldi. Telefonu cebime koydum. Binmek için ayağa kalktım. Ne olduysa o arada olmuştu. Bunu sonra fark edecektim. 

Vagon boş sayılırdı. Oturulacak yer fazlasıyla vardı. Biraz bekledikten sonra oturdum. Bu sakinliğin nedeni belki de Ramazan ayının ilk günü olmasıydı. Evim Kızılay’a yakın, beş duraklık mesafedeydi. İnmek için hazırlanayım dedim. Çantamı elime almak için kucağımı yokladım. Çantam yoktu. Sırtımı yokladım. Çantam yoktu. Bir polisin üzerimi ararcasına vücudumu yokladım. Çantam yoktu. Ayağa fırladım, sağıma soluma baktım, üzerimi defalarca kontrol ettim. Bindiğim kapıya doğru baktım, çantam yoktu.

“Eyvah çantam yok!” deyip telaşla ilk istasyonda Sıhhiye’ de indim. İlk aklıma gelen bindiğim istasyona, Akköprü’ye geri dönmekti. Binerken düşürmüş olmalıydım. Sırtımda zannettiğim çanta kucağımda duruyor olmalıydı. Trenin gelme sırasında hafif olmasından dolayı düşürdüğümü fark etmemiştim. Çanta, ince paraşüt kumaşından, minik sırt çantalarındandı. Boş olduğunda bir avuca rahatlıkla sığabiliyordu.

Telaşla banka kartlarım aklıma geldi. Hemen iptal ettirmeliydim. Kartların bir de temassız ödeme özelliği vardı. Bu beni daha da telaşlandırmıştı. Neyse ki üzerinden pek zaman geçmeden fark etmiştim. Bir an içim rahatladı. 

Bankalardan ilkini aradım. Müşteri temsilcim hemen hesaplara bloke koyup, kartları iptal etti. Teşekkür ettim. Diğer bankayı aradığımda müşteri temsilcim, 

“Ben buradan bir şey yapamam 444’lü telefondan ulaşın!” dedi. 

“Nedir numara?” diye sordum. Numarayı aklımda tutacak durumda bile değildim. Neyse numarayı tuşlamış, telefonun diğer ucundaki elemana ulaşmıştım. Karşımdaki güvenlik için, baba adımın ilk iki harfini sorduktan sonra kart şifremi girmemi istedi. Hangisinin şifresini girmek istediğimi sordu. Kullanırken bile karıştırdığım şifreler rakam olarak beynimde uçuşuyordu. Telefondaki ses başarı ile şifremin tamamlandığını söyleyince rahatlamıştım. Her iki kartımın da iptal edilmesini istedim. Hesaplarıma da bloke konmasını… Telefondaki ses başka bir işlem isteyip istemediğimi sordu. Teşekkür ettim.

Hiçbir şeyden emin değildim. Aklım başımda değildi. Teyit etmek için tekrar aradım. Şifre kabul etmiyor, operatör yönlendiremiyor ben yaptığım işlemden emin olamıyordum. Tekrar müşteri temsilcisini aradım. Durumu bir de kendisinin kontrol etmesini söyledim. “Buradan bir şey yapamadığımı söyledim ya size!” deyince, kaç zamandır söyleyemediğim memnuniyetsizliğimi; 

“Sizden hiç memnun değilim” diye dillendirdim. Bana savunma amaçlı bir şeyler söylese de duymuyordum. Telefonu kapadım. Bir mektup uzunluğunda müşteri temsilcisinden kendini savunma mesajı gelmişti. Seninle işim sonra, deyip tamamını bile okumadım.

Koşarcasına girişteki güvenlik elemanını buldum. Durumu anlattım. Telsizle Kızılay güvenlik merkezine bildirdi. Herhangi bir bilginin olmadığını söylemişlerdi. 

“Bulunursa hemen haberimiz olur, merak etmeyin” dedi. Binerken düşürmüş olabileceğimi söyledim. 

“Gelin birlikte bindiğiniz yere, raylara bakalım” dedi.

Aşağı indik, raylara güvenlik açısından kendisi baktı. Beni yanaştırmadı. 

“Bir de karşıya geçip bakalım, buradan göremesek bile karşıdan görebiliriz” dedi. Raylar kara, istasyon kara, içim kapkaraydı. Çantam yoktu. 

“Benimle gelin” diyerek yukarı, danışmaya gittik. Elim ayağım tutmuyordu, dizlerimin bağı çözülmüştü. 

Titriyordum. Üşümekten çok yaşadığım olaydan tir tir titriyordum. 

“İçeri geçin, bayan arkadaşla oturun, ısınırsınız” dedi. Dilim damağım kurumuştu. Başım çatlıyordu. 

“Su var mı?” diye sordum. 

“Makineden alabilirsiniz” dedi.

Üzerimde para yoktu. Makineden kendi parasıyla bir şişe su almış bana uzatmıştı. Mahcup olmuştum. Belki kendisi için bile o makineden bir su bile almamıştı. Çok teşekkür ettim. 

“Helal olsun abla” dedi.

“Bu tür olaylarda çantayı bulan, metroda bir şey yapmaz. Her yerde kamera var. Dışarıya çıktığında içine bakar işine yarayanı alır, çantayı bir kenara atar. Bu devirde çok zor abla bulup getiren…” diye olayı özetlemişti. Bir ihtimal olan ümidim o an yok olmuştu. Bir türlü aklım almıyordu. Kendimi, çırılçıplak sokağın ortasında kalmış gibi hissediyordum. Eve nasıl gidecektim, nasıl girecektim. Anahtarım, banka kartları, kimlik kartım, ehliyetim, cüzdanımdaki paralar… aklıma geldikçe içim daralıyordu.

Güvenlik elemanı, nerede oturduğumu sordu, en yakın karakola zaman kaybetmeden gidip gerekeni yapmamı söyledi. Teşekkür ederek yola koyuldum. 

Kırk yıldır oturduğum yerde, durakta inince yönümü şaşırdım. Beynim bulanıktı. Çantam için kendimle hesaplaşıyordum. Bir solukta karakola vardım. Kaygılıydım, stresliydim, hızlı yürümekten nefes nefeseydim. Karakol ismi gibi karaydı. Girişte güvenlik geçişi, üzerinde silahlı kara üniformalı polisleri görmek beni rahatlatmamış, aksine daha da daraltmıştı. 

Binanın dış kapısında duran polis memurları, merdivenlere bile adım atamadan,

“Ne için geldiniz?” diyerek beni durdurdular.

Merdiven korkuluğuna dayanıp soluklandım. Dilim damağım kurumuştu, konuşamıyordum. Sonunda ağzımdan birkaç sözcük dökülmüş, “çantamı kaybettim” diyebilmiştim. Sürekli soru soruyorlardı. Nerede, ne zaman, nasıl?... soruları devam etti. Bu soruların cevaplarını verirken saçmalıkla sonuçlanacağı hiç aklıma gelmezdi. 

“Nerede düşürdüğünüz değil, nerede fark ettiğiniz geçerli. Siz Sıhhiye karakoluna gidin!” dedi içlerinden biri. Aklım almamıştı. Bu ne saçmalıktı! Arada üç durak vardı, burası da karakoldu. Niçin burada tutanak tutmadıklarını sordum. Dediğini tekrarladı. Beni ısrarla Sıhhiye karakoluna yönlendirdiler. Bir de yetmezmiş gibi azarladılar…

“Dedik ya, Sıhhiye karakoluna gideceksiniz!”

Donup kalmıştım. Bu saçmalığın hesabını daha sonra soracaktım! Sıhhiye karakoluna nasıl gidecektim. Üzerimde beş kuruş yoktu.

Günün, çalışma saatinin kalan son çeyreğiydi. Karakola yakın olan bankaya gidip bir şekilde para çekebilir miydim! Müşteri temsilcisinin masasına gittiğimde meşguldü. Masaya yaklaşıp, 

“Zor durumdayım, hesabımdan para çekebilir miyiz?” dedim.

“Öncelikle geçmiş olsun. Biraz beklerseniz, yardımcı olacağım” dedi, gergin bir ifadeyle… 

İşine ara verip yanıma geldiğinde hala kendini savunma aşamasındaydı. Karşılıklı bir şeyler konuşsak da sözcükler hava da birbirine çarpıyordu. Ne o beni dinliyordu, ne de ben onun savunmalarını… 

“Neyse, bu konuyu sonra konuşuruz. Şimdi bana para lazım. Bir miktar çekebilir miyiz?” dedim.

Bankolardan birine gittik, memur diretse de,

“Benim müşterim, ben kefilim” diyerek hesabımdan 1.000.00 TL. verdiler. Parayı cebime koydum, bankadan çıktım.

Olan olmuştu. Cebimde para vardı. Sakince ne yapmam gerek ona karar vermeliydim. Bana hayır demeyecek arkadaşımı aradım. Durumu bildirdim. Hemen geleceğini söyledi. Kendimi daha rahat hissetmiştim. Beklerken çay içmek için simitçiye oturdum. Yan masada oturan kadınla sohbet çoktan başlamıştı. Durumumu bir solukta anlattırmış, ona düşen teselli konuşması olarak; “depremde insanlar her şeyini kaybettiler, giden çantanız olsun!” diyerek buna şükür etmemi istemişti… 

Çayımı içmiş saati kolluyordum. Arkadaşım arayarak trafiğin çok yoğun olduğunu, biraz gecikeceğini söyledi. Yerimi bildirip, beklediğimi söyledim. Çay parasını ödeyip, ayaklandığımda bilmediğim bir telefon numarasıyla aranıyordum. 

Adımı söyleyerek kim olduğumu öğrendikten sonra,

“Çantanızı kaybettiniz mi?” diye o an için, hiç mi hiç beklemediğim bir soru olmuştu. Bankadan arıyorum, bulan kişinin telefon ve ismini yazabilir misiniz? Kendisiyle iletişime geçersiniz.

Kasa yanında duran kalemi aldım. Bir de küçük not kağıdı istedim simitçiden. Verilen numarayı ve kişinin ismini not aldım. Bu bir şaka mıydı? Hiçbir umudumun kalmadığı anda bu telefon konuşması, içinde bulunduğum durumu tam tersine çevirmişti. Birden, tüm olumsuzluklar beynime üşüştü. Çanta bulunmuş olsa da, içindekiler duruyor muydu? 

Önce not aldığım numarayı aradım. Genç bir erkek sesiydi duyduğum. 

“Bulduğunuz çantanın sahibiyim. Bankadan sizin numarayı verdiler” dedim. 

“Merhaba, bizim elemanın babası bulmuş çantanızı metroda. Oğlu benim yanımda çalışır. Suriyeliler, Türkçe bilmezler. Oğlu az biraz konuşup anlayabiliyor. Çantayı hiç açmamışlar, çantanızı ben açtım. Size ulaşmak için bir telefon numarası aradım, bulamadım. Banka aracılığı ile size ulaşmak aklıma geldi. Size oğlunun adını, ev adresini ve telefon numarasını vereceğim. Şu an iş yerinden eve gitmek için çıktı. Siz onu bir saat sonra arayın. Ancak evde olur. Babası çantayı eve götürmüş oradan teslim alırsınız” dedi. Tekrar tekrar teşekkür ettim. Daha sonra sizi arayacağım diye telefonu kapattım. 

Karşıyaka’ya gitmek zaman alacaktı. Ben telefonla konuşurken yanıma gelen arkadaşım konuşmaları duymuş, hemen kızını aramış. İşi gereği Suriyelilerle çalıştığı için, iş yerinden Arapça tercüman arkadaşını yardımcı olması için ayarlamış. Ne büyük tesadüf… 

Arkadaşımla yola koyulduk. Olanları yol boyunca ona anlattım. Çok şanslı olduğumu düşündüm. Olmayacak olmuş, çantam bulunmuştu. Patronun “çantayı hiç açmamışlar, ben açtım” demesi kulaklarımda çınlıyordu. Metrodaki güvenlik elemanının dediğinin tam tersiydi. Bulan gerekeni almamıştı, kalanını çöpe atmamıştı…

Suriyeli oğuldan önce verilen adrese gelmiştik. Kırmızı, tek katlı binanın kapı numarası aradığımız evdi. Yıkık, dökük, bakımsız olan ev üflesen devrilecek gibiydi. Pencerenin kırık camında sıkıştırılmış bir minder, kalan açıklıkta perde uçuşuyordu. Ev terkedilmiş gibiydi, yaşam belirtisi yoktu. Baca tütmüyordu. Ülkelerinden, yurdundan, evinden uzak, her şeylerini bırakıp ülkemize sığınmışlardı. 

Bir saati doldurmuştuk. Telefon numarasını çevirdiğimiz de evin oğlunu yolda eve doğru gelirken görmüştük. Yanımıza geldi. Gülümsedi. Selamlaştık. 

“Çantanız evde, babam önce geldi. Özürlü kardeşim var ona bakmaya geldi.” dedi. Türkçeyi güzel konuştuğunu söyledim. Gülümsedi. Bizi eve doğru yönlendirdi. Evin yan tarafında küçük bir bahçe vardı. Bahçe kalabalıktı. Baba, amca ve özürlü kardeşinin yanında birkaç özürlü genç daha vardı. Selamlaştıktan sonra bana, “Gelin, çantanız içerde” diyerek evin kapısına yönlendirdi. Evin kapısında kucağında yine özürlü bir çocuğu tutan, evin hanımı çantamı gülümseyerek bana uzattı. Teşekkür ettim. Çantamı ve cüzdanımı hafif yan dönerek kontrol ettim. Her şeyim duruyordu. Cebimdeki, bankadan çektiğim paranın tümünü kadına uzattım. “Lütfen kabul edin, çok teşekkür ederim” dedim. Parayı uzattığımı evin oğlu görmüştü. “Gerek yoktu abla” dedi.

“Olur mu? Helali hoş olsun. Bu devirde iyi insanlara rastlamak çok zor. Sağ olun, var olun…”

Elimde tuttuğum çantamın sevincini o an için unutmuştum. Karşılaştığım iç burkan bu manzaraya üzülmüştüm. Sağımda solumda dolaşan özürlü gençlerin akraba evliliği sonucunda dünyaya geldiğini düşündüm. Tıp bunu kanıtlamıştı. Her yeni doğan çocuğun kaderi aynı olacaktı. Bu yoklukta, bakıma muhtaç bu kadar özürlü çocuğun içinde, bu insanların iyi niyeti karşısında şaşkına dönmüştüm. Ev yokluktu, yaşayanlarda yoktu. Ama insanlık çoktu. 

“Yemeğe kalın, birlikte yiyelim” demişti baba. Evin oğlu tercüme etmişti. Kendilerine yetmeyecek lokmalarını bizimle paylaşmaya hazırlardı. İçim burkularak, defalarca teşekkür ettim.

Bu yoklukta bu dürüstlüğü sorgular olmuştum. Dürüstlük sahip olunmayanlarla ölçülür müydü? 

Bu karşılaştığım yoklukta, varlığı yakalamam benim için unutulmaz izler bırakacaktı.

YENER BALTA,

25 Mart 2023


28 Aralık 2019 Cumartesi

SİĞİL PRENSESİ

🎈🎈🎈🎈🎈
SİĞİL PRENSESİ

O yaşımda, gece karanlığında, açık alanda, ayın altında olamazdım. Bana yukarıda, o sonsuzluğun ortasında, ayın dolunay hali lazımdı. Aklınıza hemen bu kız hayalinde kurt adam olmak istiyor diye geçti değil mi? Hayır, kurt adam olamazdım zaten. Ancak kurt kız olabilirdim. Çünkü ben erkek değildim. Adım Yener olsa da bir küçük kız çocuğuydum.
İlkokula gidiyordum, ama kaçıncı sınıfa gittiğimi hatırlamıyorum şu an... Hayal kurmak değildi amacım, beni üzen, beni sıkan en büyük derdim olan elimin üzerindeki siğillerdi!.. Arkadaşlarım hep alay ederdi benimle, “Siğil Prensesi” diye... 
Elimin üzeri pütür pütür siğillerle doyuldu. Sık sık sayardım, sayıları gittikçe artardı. Bazıları acır, kaşınırdı. Ben kaşıdıkça, kanar, kopar, tekrar çıkardı... Sen kurbağa mı tuttun deyip nedenini arayanlar bile olurdu. Bunlardan kurtulmak için her şeyi yapmaya hazırdım.
Babam en büyük sorun benim siğillerimmiş gibi benimle her zaman ilgilendi. Doktor sonrası, merhemler, eczanede hazırlanmış özel karışımlı sıvılar, okuyup üflemesini bilen büyüklerin ısrarlı tedavileri işe yaramamıştı.
Evde oturduğumuz akşamlar, babam işaret parmağını diliyle ıslatır, benim elimin üzerindeki bir iki siğile değdirir, ben çeker çekmez de bana gülümser;
"Bak göreceksin, benim tükürüğüm iyi gelecek, hepsi de geçecek!" diye beni teselli ederken nice üfürükçülere taş çıkartırdı.
Dolunayın altında, açık bir alanda, ezbere Amentü Duasını okursam siğillerimden kurtulacaktım. Bunu yapmamı, bunu yaparsam elimin üzerinde sayısız olan siğillerden kurtulabileceğimi bana kim söylemişti hatırlamıyorum. Duyduğum ilk günden başlayarak okula giderken, sabah erken saatte gökyüzünde ayın hallerini izler olmuştum. Ay hilal oldu, yarım ay oldu, dolunay oldu... Dolunayın olmasını beklerken benim yapmam gereken en önemli şey Amentü Duasını ezberlemekti. Anlamadığım, bilmediğim bir şeyi nasıl ezberleyecektim?
O zamanlar ilkokulda din dersleri zorunluydu. Din ve Ahlak Bilgisi adı altında birleştirilmiş dersin, beni din konusu değil ahlak bölümü ilgilendiriyordu. Zorlandığımı bugün gibi hatırlıyorum, ezberim kuvvetli değildi. Bir türlü ezberleyemez, kelimeleri birbirine karıştırır dururdum…
Babam, din konusunda hassastı. Benim bir türlü beceremediğim bu derse tepki gösterdi. Bir gün, sınıf öğretmenime hitaben, kendi el yazısı ile yazdığı notu vermemi istedi. Çok güzel bir el yazısı vardı babamın çocukların okuyamayacağı...
Babamın  yazdığı notta ne yazıyor diye merak ettiniz değil mi?
"Arapça kelimelerin Türk olan çocuğuma ezberletilmesini bir veli olarak kabul etmiyorum…
Bu konuda kızıma bir dayatma yapmamanızı rica eder saygılar sunarım…”
Din dersinde ezberleyemediğim Amentü Duasını, bana yakıştırılan bu “Siğil Prensesliği”nden kurtulmak için çok zorlanmış olsamda inadına ezberlemiştim. Gecenin karanlığında olmasa da, sabah erken saatte, okul yolunda, boş meydanda dolunayın altında illa ezbere okumam gereken Amentü Duasını besmeleyle başlamış, kelime-i Şahadet getirerek sonlandırmıştım.
Duam mı işe yaramıştı, babamın üfürükçülere taş çıkaran efsunlu tükürüğü mü, yoksa bağışıklık sistemim mi güçlenmişti bilmiyorum.
Bir süre sonra elimin üzerinde bulunan tüm siğillerden kurtulmuştum.
Geçmişte yaşadığım siğiller nedeniyle olsa gerek şu an orta parmağımın tam ortasında çıkan kocaman siğile daha sevecenlikle bakıyorum…

Yener Balta, 31 MART 2014

OKUMA İLACI


🎈🎈🎈🎈🎈
OKUMA İLACI

Ablam, ilkokula giden yeğenimin yaz tatili boyunca kitap okumadığından şikayetçiydi... Babamla paylaşmış,

"Bu çocuğu ne yapmalı da kitap okumaya alıştırmalı?" demişti. Babam, "Zorla olmaz, kendi isteyecek, zamana bırak, nasılsa bir gün okur" demişti. Ablam, "Tatilde ödev olarak okuması gereken kitabını bile okumak istemiyor, neredeyse okul başlayacak..." demişti.

İşi gücü; bir kutu dolusu kurşun askerlerini ortaya döküp, hayalinde canlandırdığı savaşçılık oyununu oynamaktı. Ondan sıkılınca minik arabalarını evdeki eşyalardan barikat, köprü, yol gibi yapıp onların arasından yerde sürünerek ilerletmekti. Çocuktu kendi hayal dünyasında yaşıyordu. Eh, oyun onun hakkıydı...

Ablam yeğenimi doktora götürmüş, büyüme ve gelişme döneminde olduğundan, yediklerinin dışında takviye C vitamini alması gerektiğini söylemişti. Bunu duyan babamın aklına güzel bir fikir gelmişti. "Torunum nasıl kitap okuyacak göreceksiniz!" demişti bize. Doktorun önerdiği Sandoz tabletini ablamdan istemiş, yeğenimi de yanına çağırmıştı.

Babamın her zaman kitap okumasına şaşan yeğenim, "Dede, nasıl oluyor da bu kadar çok kitap okuyabiliyorsun?" diye sormuştu.

Annesinin tekrarlarından sıkılmış, dedesine, "Ben ödevim olan Küçük Prens'in ilk sayfasını açtığımda canım okumak istemiyor, hemen kapatıyorum." demişti.

"Bana mutfaktan bir bardak su getir bakalım." demişti yeğenime babam...

Yeğenim, su getirmek üzere mutfağa giderken ablamla bana gülümsüyordu babam. "Bakın şimdi!" diye...

Yeğenim; koşarak gittiği mutfaktan elinde getirdiği su bardağını "Al!.." diyerek dedesine uzatmıştı.

"Gel bakalım yanıma" demişti dedesi. Cebinden daha önce kutusundan çıkarttığı yaldızlı kağıda sarılmış turuncu renkli tableti suyun içine bırakmıştı.

Tablet, hızla bardağın dibine çökmüş, hızlı hızlı dönmeye başlayarak köpürmüş, daha çok hava kabarcıkları oluşturduktan sonra cızz sesiyle yok olmuştu.

Bardaktaki su turuncuya boyanmış, köpüklerin çıkardığı ses ve portakal kokusu yeğenimi büyülemişti.

Yeğenim, gözlerini açmış bardağı izlerken, babamın dediklerine de dikkat kesilmişti.

"Bak oğlum, bunu içtikten sonra kitap okumaya başlarsın. Buna  okuma ilacı derler. Bak göreceksin sen bile şaşıracaksın!" demişti.

Ablama dönüp, "Ben de dedem gibi kitap okuyabilecekmişim!" diyerek mutluluğunu annesiyle  paylaşmıştı.

Hâla hava kabarcıkları çıkaran bardak  yüzünde serinlik bırakmıştı. Bir yudum aldı, tatlı tadının yanında ekşi tadı da alınca yüzünü buruşturmuştu. Daha sonra dedesinden aldığı onayla bir dikişte tümünü bitirdi.

Bizler gülümsüyorduk. O da bizim gülüşümüze gülerek karşılık vermiş, "Ne zaman etkisini gösterir dede? " diye sormuştu.  "Birkaç saate kalmaz kendiliğinden okumak isteyeceksin! Biraz bekle bakalım!”

Birkaç gün sonra ablam bizi arayarak; oğlunun günde bir kez aldığı ilacın işe yaradığını, yeni bir kitap almak için yolda olduklarını söylüyordu.

Yener Balta, 19 Mayıs 2013



HIÇKIRIK


🎈🎈🎈🎈🎈
HIÇKIRIK

Ne de çok gülerdik her şeye... Bulmaca kitabından birbirimize sorular sorup, bulmaya çalıştığımız her cevapta gülecek komik bir yan bulurduk. Aynanın karşısına geçip uzun saçlarımıza verdiğimiz şekillere, yüzümüzü boyadığımız komik hallerimize... O yaşta her şey gülme nedeniydi bize...

Hatta bir keresinde teyzem, benim boyum uzun diye dolabın en üst rafına yerleştirmem için verdiği tabakları, mutfağın mermer tezgahındaki çıplak ayaklarımla bastığım yerde ayak parmaklarımı sıkıp yere tutunurken, ben yukarıda kuzenim aşağıda gülme krizine tutulmuştuk. Kuzenim, ben, hatta teyzem bile kimin parmağı yerde nasıl duruyor diye bakıp bakıp gülmüştük... Dedim ya her şey gülme nedeniydi bize.

İlkokul sonu, ortaokul başı arasında bir yaz tatilindeydik. Her tatilde olduğu gibi birkaç günlüğüne benimle yaşıt olan kuzenimle birlikte güzel zaman geçirmeye, onlarda kalmaya gitmiştim. Yaşıttık, anlaşıyorduk, ne yapsak eğleniyorduk.


O günlerden bir gün, teyzem odasında güzelliğine güzellik katmak için makyaj yapıyor, gideceği akşam yemeği için hazırlanıyordu. Biz evde yalnız kalacağız diye heyecanlanıyorduk. Yaramazlığımıza yaramazlık katmak için...


Koridordaki büyük aynanın karşısına geçip, teyzemin makyaj eşyalarından alıp, yanağımıza kırmızı rujla çizdiğimiz yuvarlakla, göz kapaklarımıza sürdüğümüz fosforlu yeşil farla, alnımıza kaşımızdan çıkan kıvrımlar çizdiğimiz siyah kalemle şımarıyor, gülüyor, eğleniyorduk. Gülüyorduk, güldükçe hıçkırıyordum, hıçkırdıkça daha da gülüyorduk. Bu da gülmemiz için yeni bir neden olmuştu. Hıçkırığım daha da eğlendirir olmuştu bizi... Yüzümüzü boyuyor, bir teyzemin yanına, bir aynanın karşısına itiş kakış koşuyoruk...


Teyzemin seslenişiyle yanına gitmiştim, efendim deyişim hıçkırıkla karışınca yine gülmüştük. Teyzemin o an dediğiyle her şey bıçak gibi kesilmişti. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Yanaklarım alev alev yanıyordu. Kuzenim, teyzemin yanında benim o anki durumumdan zevk alırcasına bana bakıyordu. İşte o her şeyi bıçak gibi kesen teyzemin cümlesi aynen şöyleydi;

"Zeynep, bu sabah seni benim cüzdanımdan para alırken görmüş!" Zeynep yalan söylüyordu, bana iftira atmıştı, teyzem de buna inanmıştı.


Ben ağlamaya başlamışken onlar da gülmeye başlamışltı! Bu duruma anlam veremezken, kuzenim yüzündeki tebessümle teyzeme bakarken, daha fazla üzülmemi istemediklerinden olsa gerek;

"Bak, hıçkırığın kesildi!" diyen teyzem, benim de gülmemi bekleselerde ağıdım daha da artmıştı. Bu üzüntü hıçkırık kesilsin diye yaşanmaya değer miydi?


YENER BALTA, 15 Mart 2015