19 Şubat 2015 Perşembe

ÖZGECAN İÇİN…


ÖZGECAN İÇİN…

Bir kişi suç işlerken cezası müebbetmiş, idammış, bir iki yıl yatar çıkarım diye düşünerek işlemez. Yapılan eylem planlı ya da plansız, yakalanmayı ya da yakalanmamayı, toplum ya da kanun önünde cezalandırılacağını, hüküm giyeceğini düşünerek de eyleme geçmez. O an o kişi için içinde bulunduğu durum her ne ise onu yapmaktır. İşlenen suç karşısında ceza caydırıcı olamaz diye düşünmekteyim.
Yapılan eylemin sonucu düşünülse kanunlardaki cezalardan önce, toplumun yargılamalarından önce kişi kendi vicdanı ile yüzleşir, hesaplaşır... (Ayrıca vicdan o an için söz konusu olsa zaten o eylemde bulunmaz.)
İnsana en büyük cezayı yine kendi vicdanı verir. Vicdan kadar din ve inanç eyleme geçmeden önce ilk yüzleşilmesi gereken olsa da, en ön planlarda inanç öne geçse de işlenen  suç karşısında bir işe yaramamakta, ne yazık ki sadece affedilmek adına, tövbe etmek adına akla gelen olmaktadır.
Her şeyin başı eğitim diyorum. Eğitilmiş bir insan yanlıştan, suçtan, şiddetten, aklınıza gelen olumsuzluk her ne ise kaçınır. Eğitimli insanın akıl sağlığı yerindeyse, cinsel sapkınlığı yoksa kimseye zarar vermez. Eylemi yapan kadın ya da erkek hangi cinsten olursa olsun, nefsi müdafaa dışındaki durumlar hariç şiddete baş vurmaz, kimseye zarar vermez, canileşmez.
Kişinin ailede alacağı eğitim yeterli gelmezse, ya da aileden eğitim alamazsa okul onu biçimlendirir. Toplumda az çok bu eğitimin bir parçasıdır. İçinde yaşadığımız toplumda yer edinebilmek için genel geçerli kurallara, ahlak kurallarına ister istemez uymak zorundadır. Kişi kendini de eğitebilir, yeter ki o bilince sahip olsun.
Bir erkeğin bir kadın üzerinde üstünlük sağlaması nedendir? Erkek, ilkel olan içgüdüsel duygularından kurtulmadığı sürece, üstünlük duygusu, kaba kuvveti, sahiplenme duygusu, kadına karşı davranışlarındaki olumsuzlukları ortadan kaldırılamaz.
Bir erkeğin bir kadına şiddet uygulaması, korkutması, sindirmesi, maddi manevi olarak ezmesi, küçük görmesi belki de nefsin köreltilmediğinin nedenidir. Belki de erkeklerde olan cinselliğin bu kadar dışa yansıtılmasının, önlenemez oluşunun asıl nedeni nefse engel olamamaktır. (Nefsi burada arzular ve kötü istekler olarak düşünüyorum.) Belki de en iyi eğitim nefse hâkim olmaktır, nefsin eğitilmesidir.
Kadını, İslam dininde, toplum, aile, eş ya da kardeş olarak zayıf ve ikinci sınıf insan olarak görmekle bunu baştan kabul etmiş oluruz. Kadın ya da erkek ayırt etmeden her iki cinsi de insan olarak eşitlediğimizde, kadının erkekten tek farkı kas gücü olarak farklılığını kabul ederek, ne şiddete, ne ölümlere ne de korumaya gerek kalmadan yaşanan tüm olumsuzlukları ortadan kaldırabiliriz.
Ne yazık ki, bunun bizim toplumda olabileceğine üzülerek inanmadığımı belirtmek isterim.

YENER BALTA, 17 Şubat 2015

17 Şubat 2015 Salı

GAZİANTEP’İN GÖRÜNTÜSÜ…




GAZİANTEP’İN GÖRÜNTÜSÜ…

İçeriden çıkar çıkmaz kapının önünde annesinin "ellerini yıka" uyarısıyla karşılaştığım küçük kız çocuğunun ardından tuvalete girdim. 

Küçücük alanda yerdeki su birikintisinden kurtulabileceğim bir alan olmadığı için ister istemez üzerine bastım. Bastığım suyun kaynağını ararken, tesisata ya da gidere mal ettiğim birikintinin ne giderle, ne su borusuyla ne de klozetle bağlantısı olmadığını şaşkın gözlerle bakarken kolumda olan kabanımın bir kısmı da yerdeki birikintiden nasibini aldı. Pantolon paçalarımı çekeyim derken iyice bulaştığım birikintiden kendimi dışarı atarak kurtuldum. 

Küçük kızın klozeti kullanamadığı, olduğu yere çömelip işini gördüğünü anlayınca, Ankara'dan Gaziantep'e giderken havaalanında ilk şaşkınlığı yaşamış oldum.

Doğduğum yere, memleketime gidiyordum, mutluydum. Şehir merkezine gitmek için bindiğim otobüste, sağlı sollu gördüğüm, şehirleşme adına çoğalan yapılaşma üzüm bağlarının, fıstık bahçelerinin yok olmasına neden olmuştu. Dönüşümde memleketimden bir şeyler götürmek için yapacağım alışverişlerde fıstık bahçelerinin yok oluşunun, baklavanın ve kavrulmuş tuzlu fıstığın fiyatını ne kadar yükselttiğini hayretle karşılayacaktım.

Özlediğim yakınlarımla kucaklaşmak, lezzetli, zengin mutfağımızın yemeklerine biran önce kavuşmak istiyordum. Lahmacunu yazın sebzeli, kışın kuru soğanlı olarak ikiye ayrıldığını bilirdim de, cevizli, ekşili, soğanlısını ilk defa yedim. Önce nasıl olur böyle bir tat diye merak ederken, acının, ekşinin, tuzlunun zırhlanmış etin hamurda birleştiği tadı, her öğün yesem bıkmam diyerek ifade edebilirim.

İklimi ılıman memleketimde kış sürekli yağan yağmurla sürüyordu. Yürüyüşe çıktığımda daha bir gün önce yeğenimin başına gelen şeyin aynısı benim başıma gelmişti. Yaya olarak geçtiğim yeşil ışık kavşağında baştan aşağı ıslanmış, saç baş kalmamış, hatta yerdeki birikintinin ağzımda bile tadı kalmıştı. Memleketimin yağmur suyu da mı meşhurdu acaba, ben mi bilmiyordum?

Bir hışımla eve gidip, üzerimdekilerden kurtulmuş, yeğenime dikkatsizliği için kızarken arabaya binince tek sözün sürücülerin olduğu kararlılığı ile araçlarını kullandıkları söylenebilirim. Bir iki kez bindiğim taksinin kırmızı ışık da neymiş dercesine dinlemeden geçtiğini, ön koltukta oturduğumda taktığım emniyet kemerine müşterilerin taktığına alışık olmadığı için garipseyerek baktığını fark ettim.

Her zaman hayret ve şaşkınlıkla, bir o kadar da hoşuma giden şeyi bu seferde birkaç kez daha yaşadım. Yerli esnafı, yaşayanı ile merhabalaşma ile başlayan küçük sohbetlerde bile tanıdık çıkan, akrabalarla karşılaşmak bir ayrıcalıktı... Hele ki köklü ve bilinen bir soyada sahipsen!.. Şehrin bu özelliğini seviyorum.

Gaziantep’te gördüğüm, sayıları çok fazla olan kara çarşaflı kadınlara şaka yollu imrenerek; birer tane almalı, ne giyim derdi, ne bakım, ne de baş, üzerimize geçirir çıkarız diye aramızda espri yaptığımız  kadınların tüm bastırılmışlığını, sindirilmişliğini, bu kadar benimseyişlerini bir kez daha sorguladım...

Savaştan kaçan Suriyelilerin şehrin üzerinde etkisinin büyük olduğunu görmek, esnafın camekanlara yapıştırdığı Arapça yazılar, dilenen sersefil çocuklu kadınlar, varlıklı olanların kendi lükslerini her nerede olurlarsa sürdürebildikleri yabancı bir şehir haline dönüştüğü güzel memleketim!..

İlerleyen zamanın olumlu yönde etkileyemediği, şehirleşmek adına daha da bozulan, yerli turizm adına tarihi eserlerin doğallıktan uzak yenilenmeleri, çocukluk anılarımda kalan manzaraları aratır oldu...

Dönüşüm otobüs terminalinde son bulurken; bir yerden mi duydum, bir yerde mi okudum diye düşünürken, sanırım kendi düşüncem olan sözü mırıldandım; "Bir yerin insanını öğrenmek istersen o yerin otobüs terminaline gideceksin. İşte o şehrin insan kesimi bu!" dedim kendi kendime...

Hala terminallerimizde vazgeçilmeyip devam edilen, kendi firmasının çığırtkanlığını yapan kişiyi de "nereye gideceğimi sen sorma istersen, nereye gideceksem kendim sorabilirim" diyerek geçerken paylamıştım.

Yine Suriyelilerin çoğunlukta olduğu, üzerinde kadife elbisesi, ayağı çıplak, saçı kınalı küçük kızın ayakkabısını sağında solunda arasam da bulmamın imkansız olduğunu, soğuk metal bekleme koltuklarında insanların kıvrılarak uyuduğunu, açıkta duran yiyeceklerin o pis ortamda nasıl satılabildiğini, kapalı alanlarda içilmesi yasak olan sigaranın nasıl da tüttürüldüğünü, yerleri paspas eden temizlik görevlisinin önüne kattığı pisliği birkaç kez avuçlayarak çöp kutusuna attığını görünce, daha gelişmek için, ilerlemek için çok çaba sarf etmemiz gerektiğini düşündüm.

Yener Balta, 16 Şubat 2015


25 Aralık 2014 Perşembe

KEHLEYM


KEHLEYM

İş yerindeydim, henüz öğlen olmamıştı. Cep telefonum çalıyordu. Bilmediğim bir numaraydı. Açmakla açmamak arasında kararsız kaldım.

Telefonda söylenenler karşısında şoka girmiştim. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Babam, babam... diyerek kapıya yöneldim...

Bilmediğim ses bana "Babanız kalp krizi geçirdi. Şu an Batıkent Camii'sinin yanındaki pazar yerinde, ambulans gelmek üzere" demişti.

O iş yerine yeni taşınmıştık. Annem ve babamın evine yürüyerek 2 dakikaydı. Babamın kalp krizi geçirdiği yerde hemen yokuşun aşağısındaydı. Koşarak babamın bulunduğu yere gittim.

Babamı gördüğümde yerde yatıyordu. Yüzü bembeyazdı, üstü başı toz içindeydi. Kusmuştu... Gözleri donuk, takma dişi, gözlüğü, cep telefonu, şapkası yanında duruyordu. Babamı görür görmez gözlerim dolmuştu.

Metin olmalıydım. Yufka yüreğime sözümü geçirmeliydim. Babamın o sönük gözlerindeki ani değişikliği fark etmiştim. Yanında artık ben vardım!..

Ambulansın ön koltuğuna oturmuştum. Babam arkada sedyede yatıyordu. Şoför, “hangi hastaneye gidelim?” diye sordu. “Hangisi yakınsa” dedim. Yolu yarılamıştık, arkadaki hemşire şoföre, "sireni çal, hızlan!.." demişti. Bu babamın durumunun daha da tehlikede olduğuna işaretti.

İner inmez elektroşok uygulamışlardı babama. Kapının önündeydim. Doktorun ellerinde tuttuğu aleti babamın göğüs kafesine her değdirdiğinde neredeyse yattığı yerden havalanıyordu. Bir, iki derken duran kalbi, üçüncü şokta tekrar atmaya başlamıştı.

O an kendimi tutamamış, hıçkırarak ağlamıştım. Babamı hemen yoğun bakım ünitesine aldılar. Yoğun bakımın kapısında geçen süre ömrümden ömür almıştı.

Kalbinin düzenli çalışabilmesi için kalp pili takılmıştı. Babam kendisine bu ameliyat sonrasında "Pilli Dede" ismini koymuştu.

Kısa bir süre sonar kontrole gelmemiz istenmişti. Ben, ablam ve babam birlikte gitmiştik. Güler yüzlü genç doktorun odasına hep birlikte girdik. Hoş bir sohbet sonrasında doktor babama "sizi şöyle alalım" deyip sedyeyi gösterdi.

Babam, mevsimlerden yaz olsa da kışı yaşıyormuşçasına kat kat giyinmişti. Ceketi, yeleği, gömleği, içliği, nihayet fanilasını da çıkarttıktan sonra zaten babam soluk soluğa kalmıştı. Ablam bana babamın üzerinden çıkanları göstererek, daha önce anlattığı muzır fıkraya gönderme yaparak, "tarladaki tümsek misali!" deyip gülümsemişti…

Doktor, boynunda stetoskopu babamın göğsünü dinlerken, "herhangi bir şikayetiniz var mı?" diye sordu.
Babam, Gaziantep şivesiyle; "ara sıra kehleym doktor bey!.." demişti.
Ablam ve ben bu sözcüğe alışık olduğumuzdan önce garipsemedik...
Doktor, "efendim, anlayamadım?" demişti.
Babam gayri ihtiyari tekrarladı...
"Ara sıra kehleym..." dedikten sonra durumun farkına vardı... Kendi aramızda gülüştük...
Babam doktora, "ne dediğimi anladın mı sen?" diye babacan bir tavırla sordu.
Doktor, "ara sıra kesiliyormuşsunuz" diye anladığı şekilde açıkladı.
Babam yüzündeki tebessümle, "kehleym Antep’çe bir sözcüktür, bazen nefes alırken zorlanıyorum anlamında kullanılır" diye açıkladı.

Babam giyinmiş, doktor masasına oturmuştu. Bilgisayardan bakarak reçete numarasını yazan doktor, kalemini elinden yere düşürmüştü. Eğilip bulmaya çalışsa da bulamamış, oturduğu yerden kalkmış, masanın altına yuvarlanan kalemini almıştı. Yerden kalkıp doğrulan doktor elini beline koyup, yüzündeki muzır ifade ile, “bakın ben de Kehleym!” demişti…

16 Haziran 2014, Yener Balta

18 Nisan 2014 Cuma

ÜÇ HARFLİLER


ÜÇ HARFLİLER


Hiçbir şey anlamamıştım, söylediği kısa cümleden!..
"Ne oldu, ne dedin?" diye muzır bir ifadeyle tekrar sordum. Cevaplamadı. Odada bulunan diğer arkadaşa sordum.
O da cevaplamadı. "Amannn, anladın işte! Üsteleme." diye konuyu kendince kapatmıştı.

İş yerinde olağan sohbetlerdendi. Yan odada bulunan iş arkadaşımız bizim bulunduğumuz odaya gelerek, hal hatırımızı sordu. Bir iki konuya değinip kendisini rahatsız eden sağ elini göstererek, "Bu sabah kalktım elimde bu leke vardı." diyerek bize göstermişti.
"Adı lazım değil, üç harfliler yine yoklamış beni! Yine kına yakmışlardı elime!.."
İşte tam da burasını anlamamıştım konuşmasının; "adı lazım değil, üç harfliler!"

Yine düğün mevsimi başlamıştı. Kına gecesine gittiğini düşündüm önce. Kendi rızası olmadan kim kına yakabilirdi ki eline...

"Geçen gece de avucumun içine kına yakmıştı. Ne çok geliyor bunlar!" diyerek sıkıntısını belli etmişti, sonrasında...

Neden bahsettiğini diğer arkadaşla odada yalnız kaldığımızda, sorumu tekrar sorarak açıklık kazandırmıştık. Bahsettiği şey cin, adını telaffuz etmiyor ki tekrar gelmesin diye... genelde üç harfli derler... Kendisine göre adını söylerse çağrıldığını sanarak gelirmiş, diye düşünüyor!" açıklamasında bulunmuştu.
Şaşırmıştım!..

Babamın kitaplarını baskıya hazırlarken "Cin ve Şeytan" konulu yazısı, bu yüzyılda hala geçerliliğini koruması bakımından ilgimi çekmişti. Bu konuşmanın ardından bir kez daha baktım. Bu dört cümle üzerinde durmuştum!..

"Onlar da insanlar gibi yer, içer ve çoğalırlar."
"Cinler de melekler gibi görülmeyen gizli varlıklardır."
"Allah'ın izniyle çeşitli şekil ve suretlere girmeye muktedirler."
"Cenabı Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar vermezler."

Bizim gibi yer, içer, çoğalırlarsa, hadi cinler görünmez varlıklar, yedikleri içtikleri nesnelerde mi görünmezdi? Görünmeyen bir varlık olur muydu? Çeşitli şekil ve suretlere girerler derken, benim iznim olmadan benim suretimi kullanmasına nasıl izin verecektim! Allah kulunun bir cin tarafından zarar görmesine niçin izin verecekti?

İş arkadaşım elindeki kına lekesini görmüştü de neden kınayı görmemişti. Cin kınayı eline yakarken neden uyanmamıştı? Cin kınayı nereden bulmuştu?

Arkadaşımın açıklamasından sonra,
"Olur mu öyle şey, mutlaka bir rahatsızlıktan dolayı elinde bu leke çıkmıştır." dedim. Dediğimde bana gelen bir telefonla açıklık kazanmıştı. Arayan ablamdı, elinde çıkan kınaya benzer leke için doktora gitmiş. Doktor, "yediğiniz bir şeyden olmuş olabilir" diyerek bir solisyon verip, birkaç gün içerisinde kendiliğinden geçeceğini söylemiş. Ben ablamın açıklamasına gülmüştüm. Gülmemin nedenini ona da anlatmıştım. O da şaşırmıştı.
O gün, bu olan bitenden sonra cin çarpmışa dönmüştüm.

17 NİSAN 2014
YENER BALTA

2 Ocak 2014 Perşembe

ARKADAŞ ZİYARETİNDE


ARKADAŞ ZİYARETİNDE
Arkadaşımız ağır hasta, şu adını bile yazmak istemediğim hastalık...
Hepimiz moral olsun diye yılbaşından önce bir araya gelip birlikte ona
gidelim dedik. Haberi olmayanlara haber saldık.

Arkadaşımız neşeli, enerjisi bol, esprili, hayat dolu biri. Tümünü
tüketti hastalığı, tedavisi...

Herkes yapabildiğini yapıp, alabildiğini alıp, onu mutlu edecek küçük
armağanlarla geldi. Onbeş kişinin kalabalığı, neşesi, enerjisi
arkadaşımızı oturur hale getirdi. Küçücük bir sesten rahatsızlık duyan
o güzel arkadaşımız sesimize bile ses çıkarmadı. Ne kadar dikkat
etsekte yinede sesimiz yükseliyor, konuşmalar, gülüşmeler uğultuya
dönüşüyordu.

Masa yiyecek bakımından zengindi. Hepimiz işten çıkmıştık, dolayısıyla
karınlarımız açtı. Yaprak sarma, börek, çörek, kek, salata, yaş pasta
ve tümüne eşlik eden çay tamamladı masayı...

Ne zaman bir araya gelsek benden kısır yapmamı isterlerdi. Zira
doğduğum şehirden dolayı yaptığımı beğeniyorlardı. Bu sefer onları
şaşırtım. Bir önceki akşamdan minik minik çikolatalı köstebek pasta
yapıp götürmüştüm. Küçük pasta kağıtlarına koymuştum sunumu güzel
olsun diye... Kimse inanmadı benim yaptığıma, hazır bu diye... Bir
arkadaşım (ki bir gün önce telefonla konuştuğumuzda şu an pasta
yapıyorum yarın için demiştim kendisine.); "senin yaptığın pastadan da
yemek istiyorum bir tane bana verebilir misin?" deyince herkesi benim
yaptığıma ikna etmiştik.

Tuzlular yenmiş tatlılar tüketilmeye başlanmıştı. Bu kadar övgüyü
hakeden pastamdan yemek isteyen arkadaşlardan biri; şöyle baştan ayağa
beni süzerek "hımmm, neden böyle olduğun şimdi anlaşıldı" deyip
iltifat etmişti aklısıra kilolu oluşumu ima ederek... Bunları böyle güzel yapıp bir güzel
yiyordum onun demesiyle...

Yıllar önce annemin yaşadığı durumu şimdi ben yaşıyordum. Annem bizler
için yapmadığı yiyecekleri gelenleri memnun etmek için o güzelim
elinin tadını yaptıklarına geçirir, yiyen bir daha yemek isterdi. O da
"niye böyle olduğun anlaşılıyor!" laflarına çok maruz kalmıştı. Acaba
yapıp yediği için mi öyleydi, kiloluydu, hastaydı!..

Yazık... Ağızdan çıkan lafın nerelere gittiğinin farkında olmayan
düşüncesiz insanlar. Ya da iltifat ederken lafının nerelere gideceğini
bilemeyenler...

Yiyen tüm bayan arkadaşlar benden tarifini almak istediler.
Ben de şu an yazamam ama hepinize mail atarım demiştim.

Biraz önce benim makinemle çektiğimiz fotoğrafları ve pastanın
tarifini yazıp yolladım arkadaşlara. Ardından da; "A bu arada niye böyle olduğum
anlaşılıyordu ya, bakalım size birşey olacak mı? Sevgiler hepinize, afiyet
olsun... " yazmıştım.
YENER BALTA, 29 ARALIK 2013


26 Aralık 2013 Perşembe

KIZ MESLEK LİSESİ


KIZ MESLEK LİSESİ

Resim yapmayı çok sevdiğim için, lise eğitimi bir bakıma ileride seçeceğim mesleğide etkileyeceğinden, meslek lisesi resim bölümünü tercih etmiştim.

Karma eğitimde meslek eğitimi yoktu. Kız-erkek olarak ayrılmış, kızları biran önce evlilik hayatına, ev hayatına hazırlayan meslekler olarak gruplanmıştı. Ev ekonomisi, çocuk gelişimi ve bakımı, el sanatları, dikiş, nakış gibi branşlar lise eğitimi adı altında verilmekteydi, hala da verilmekte...

Anne ve babam bizleri büyütürken erkekleri "öcü" olarak göstermediler. Kız erkek arkadaşlığını yasak ya da ayıp gibi nitelemediler. Babam kız ya da erkek arkaşlarımızı ayırt etmeden gelsinler bizle tanışsınlar, bizle otursunlar derdi. Yasak yoktu, kısıtlama yoktu. Babam, o konu her ne ise; ne kadar yasaklarsan ve baskılarsan o kadar cazip hale geleceğini biliyordu. Bizleri de kız erkek arkadaşlarımızı ayırt etmeden yetiştirdiler.

Bizim gençliğimizde yine ufak tefek mahalle dedikoduları olsa da neredeyse tüm mahalle aynı okula gittiğinden, okul dışında bir arada zaman geçirilir, oyunlar oynanır, duvar kenarlarında bitmez tükenmez sohbetler edilirdi. 

Kız lisesinde geçen o üç yılı net bir şekilde hala hatırlarım. Okul Ulus'un tam ortasındaydı. Çevrede hep oto tamirciliği yapılıyordu.   Oteller, pavyonlar ve resmi kurumlar bulunmaktaydı. Okulun bir tarafı tarihi Roma Hamamı'na bakardı. 

Öğle tatillerinde okuldan dışarı çıkmak yasaktı, öğle arasını okulda ya da okulun bahçesinde geçirirdik. Okulumuzun sanayi ve Roma Hamamı'na bakan tarafları erkeklerle dolu olurdu. Söz atanlar, mektup atanlar, göz kırpanlar... O günün nöbetçi öğretmeni kimse sinek kovar gibi kovalardı kenarda dizilen erkekleri...

Okula giriş ve çıkışlarda kapıya yanaşma cesareti olmayan kızlı erkekli arkadaşlıklarda buluşma yerleri ya çevredeki pastahaneler, ya otobüs durakları ya da kenar köşe olurdu.

Bir sabah üst komşumuzun oğlu ile aynı anda evden çıkmış, aynı otobüse binmiş, okulun az ilerisinde iş yerine giderken yol boyunca birlikte yürümüştük. Okulun kapısına geldiğimizde ben okula girip o da yoluna devam etmişti. Ne tesadüftür ki, o an okul kapısından giren öğretmen, yanıma gelip koluma bir hışımla girip, "utanmıyor musun sen, bir de kapıya kadar getiriyorsun? Çabuk içeri, doğru disipline... " deyip beni muavinler odasına sürüklemişti. Ağzımı açıp tek kelime bile edememiştim. Konuşmama bile fırsat vermemişti. Muavin olan öğretmenlerin biri tarih dersimize, diğeri yazı ve tipoğrafi dersimize girdiğinden azçok beni tanırlardı. Beni oraya getiren öğretmen benim hakkımda diyeceklerini dedikten sonra söz bana bırakılmıştı. "Yanımda görülen erkek bizim üst katımızda oturan arkadaşımdır. Aynı anda evden çıktığımızdan o da az ileride çalıştığından birlikte geldik, ben okula girdim o devam etti, bunda ne sakınca var anlamış değilim?" demiştim. Yasak olan bir şey olarak görmüyordum. Mahallede oyunlar oynadığım, ailecek görüştüğümüz arkadaşımla okuluma kadar birlikte gelmek bana aykırı gelmemişti. Daha olumlu ve daha ılımlı olan muavin öğretmenlerimiz bana hak vererek, yanlış anlaşılacağından daha sonrasında dikkatli olmamı öğütleyerek beni sınıfıma yollamışlardı.

Ne kadar yasaklanırsa, ne kadar baskılanırsa o her ne ise cazip hale geleceğini ben lise yıllarımdan iyi bilirdim. Erkekler hedef kitlesiydi kızların... Belki de tam ergen olunan yaştı lise çağları... Yanlış arkadaşlıklar, yanlış tercihler, yanlış bir hayatın temellerini atmaktı yasaklamalar... 

YENER BALTA, KASIM 2013

19 Kasım 2013 Salı

ÖĞLE ARASI



ÖĞLE ARASI
İş yerinde oturarak çalışmanın verdiği yorgunluğu yürüyerek azaltmak istediğimden, bazen öğle saatleri dışarı çıkar yürürüm.
Dört beş sokağı dikine kesen, sadece yaya açık olan sevimli sokaktan, sağlı sollu yıllanmış ağaçların arasından geçerken belediye işçilerinin yenileme çalışmalaranı ara verip dinlendiklerini farkediyorum. Hemen yanından geçtiğim iki işçinin birisi elindeki gazetenin bulmacasını çözerken, ”yukarıdan aşağı, bir tür kumaş, aba” diyerek laf atıyorum. Her iki işçide oturdukları yerden başlarını kaldırıp gülümsüyorlar, onlarla bu şekilde merhabalaşmak hoşuma gidiyor.
Birkaç sokak aşağıda bulunan çıkmaz sokakta simit fırını, bir iki av malzemesi satan dükkan, kafeterya ve benzin istasyonu varken, tam çıkmaz sokağın bitiminde cami yapısından uzak, binanın üzerine asılı Mebusevleri camii tabelası olmasa orada bir caminin varlığından habersiz olacağım.
Cuma öğle yürüyüşlerimde seccadesini, seccade amaçlı örtüleri kolunun altına alıp akın akın yürüyen erkeklerle karşılaşırım. Sokak ortasında, dizlerinin üzerinde oturdukları yerde, çıkardıkları ayakkabılarını yan taraflarına koyarak ibadet yapılması ne derece huzur verir o insanlara şaşarım. Sokak ortasında yürüyenlere, caddeden geçen araçlara aldırmadan, kafeterya kenarında öğle yemeklerini yiyenlerin önünde, benzin istasyonunu pompalarının arasında yapılan ibadete ben anlam veremiyorum. Namaza duran erkeklerin, kendilerini nasıl ibatede odaklayabileceklerini aklım almıyor. Yoldan gelen geçenlere bakanlar, yanındaki ile konuşanlar, elindeki cep telefonu ile ilgilenenler…
Hatta bir keresinde yolda yürürken eski çalıştığım iş yerinden biri ile karılaştım. Tokalaşmak için uzattığım elimi bile tutmadan selamlaştı. Kolunun altındaki seccadeden cuma namazına gittiği belliydi zaten. Bir sokak boyu birlikte yürüdük, olmayan cami avlusuna ayrıldık.  Dönüş yolu olarak kullandığım cemaatin arkasından yerde dizilmiş, dizlerinin üzerinde oturmuş erkeklere göz gezdirirken az önce konuştuğum kişiyle gözgöze geldim. Başıyla selamlayıp gülümsedi bana…
Sadece cuma günleri ile kısıtlamadan, kadın erkek bir arada, kutsal olan mekan içerisinde, en temiz halleriyle, yerlerde değil de kürsülerde ibadet yapılsa olmaz mıydı?

Yener Balta, 31 Ekim 2012

Baharın Getirdikleri


BAHARIN GETİRDİKLERİ
Geçen hafta sonu babamla birlikte dışarı çıktığımızda, yol kenarında gördüğüm ağacı ”baba bak, çicek açmış ağaç” diye heyecanla,
ilk defa bu bahar gördüğüm baharın müjdesini, ona müjdeledim. Pek fazla dışarı çıkmayan babam da, benim göstermemle o güzelliği gördü.
“Ne güzel, bahar gelmiş işte” dedi gülümseyerek. “Ağaç nerden almış ismini bilir misin?”
diye sordu? “Ak ak açmaktan” diyerek bana sorduğu soruyu kendisi cevapladı.
” ‘K’ harfi yumuşayarak ‘ğ’ olmuş” dedi.
“Biliyor muydun bunu?” diye sordu.
“Hayır, bilmiyorum” dedim.
Gülüştük…

Yener Balta, 23 Nisan 2012

Hurdacı ile Sohbet

HURDACI İLE SOHET
İş yerinde, öğle yemeği sonrası pencereden dışarı bakmak yetmediği için, sokağa çıkıp gezinmek istedim. Puslu, soğuk, karanlık kış günlerinden sonra, güneşin parlaklığı, kuşların cıvıltısı, ağaçların çiçek açması baharı müjdeliyor bana…

Bulunduğumuz sokağın biraz yukarısında düşüncesizce sağlı sollu bırakılan arabaların, belediyeye ait kamyonun geçmesine mani olduğundan sokakta yaşanan haraket dikkatimi çekiyor.

Yukarıdan gelen el arabalı hurdacı, “geçemedi kamyon, bırakıp gitmişler arabalarını” deyip, benimle paylaşıyor yukarıda yaşanan sorunu…
“Var mı evde bana verebileceğin birşeyler bacı” diyor.
“Yok, benim iş yerim burada” diyorum.
“Ha başka yerden geliyorsun sen o zaman?” diyor.
Yan tarafta duran çöp bidonununa atılmış bebek arabasının tekerlekli iskeletini alıyor. Çöp bidonunun yanına bırakılmış poşetlerin içerisindeki giysileri seçerek, kendisinin işine yarayacakları arabasına savuruyor.
Arabasında  bulunan kağıtlar, demir parçaları, naylonlar, cam ve tenekeleri göstererek, “Kilosunu kaçtan veriyorsunuz bunların?” diye soruyorum.
Dünden sohbete hazır olan hurdacıyı, sararmış dişleri arasından çıkan kelimelerini anlamak için zorlanarak dinliyorum. Sorumu cevaplamadan önce, “çok pis bu işler, çok!..” diyor. Pis olan çöpten topladıklarından çok, kendi gibi bu işleri yapanlar arasında yaşananları kastederek, “geçen üç kişiyi öldürmüşler!” diye dertleniyor.
Uzuyor da uzuyor konuşması, dediklerinden hiç birini anlamıyorum. Yokuş aşağı duran el arabasını tutmak için güç sarfettiğinden, “hadi sizi işinizden alıkoymayayım, hayırlar ola” diyorum.
Sohbeti pek bırakmak istemesede ”eyvallah” diyerek ayrılıyor bulunduğu yerden…
Yener Balta, 20 Nisan 2012