KİTAPEVİ SAHİBİ
Bulunduğumuz binanın en üst
katında ben çalışıyordum. Onun kitapevi, asma kattaydı. Girişi içeri
ve dışarı açılan camlı kapılarındandı. Geliş ve gidişlerimde asansöre binmiyordum. Merdivenlerden inip çıkarken, kitapevi dikkatimi çekerdi.
Apartman Ankara’nın eski, yıkılıp
yenisi dikilmeyen şanslı binalarındandı. Geceleri Sakarya’nın sarhoş
müdavimlerinin uğrak yeri olan, bina girişinin her iki yanında lokanta vardı. Asıl
kaynağı bu lokantalar olan, görmeye bile tahammül edemediğim o siyah hamam
böceklerine merdivenlerde rastlamak sinir bozucuydu.
Onu, işe geç kaldığım bir sabah
görmüştüm. O yaşına göre çok özenli bulmuştum kendisini. Kadife kahverengi
pantolonu, yeşil kaşe ceketi, ceketinin içinde o yılların modası oduncu gömleği
vardı. Saçının ön kısmı dökülmüş olsa da kalan kısmı taralı, her iki yana
kıvırdığı hafif uzun bıyığı saçını rengiyle aynıydı. Anahtarı çeviriyordu ki
apartman ışığı ayarlanan süreyi tamamlamıştı. Dış kapıdan sızan ışık apartmanı yeterli aydınlatmıyordu. Tam yanından geçerken aynı anda ışığın düğmesine uzanmıştık.
Ellerimiz havada kalmıştı.
Tok sesindeki kibarlığıyla, “pardon,
sizi fark etmedim, günaydın kızım” demişti. İçime kaçan sesimle “günaydın”
diyerek, zora ki bir gülümsemeyle selamladım kendisini. Günaydınımı duyduğunu
pek sanmıyordum. Kafası meşgul gibiydi.
Babamı bir
ziyaretimde, “bir ara şu dosyayı çalıştığın binanın giriş katındaki kitapevine
bırakıver kızım” demişti. Şaşırmıştım!.. “Sen, tanıyor musun baba?” diye
sormuştum. “Evet, arkadaşım sayılır” demişti. Bir de adını küçük kağıda yazmış
olduğu kitabı almamı istemişti.
Kapıyı ittiğimde küçük bir çanın
sesiyle irkildim. İçeri girdiğimde duvarlar raflarda duran kitaplarla doluydu. Ortada
küçük, yuvarlak bir masa vardı. Çevreme bakınırken, “Buyurun, aradığınız kitap
varsa yardımcı olayım?” demişti.
Önce kendimi tanıtmış, tanıtırken de babamın adını
vermiştim. Dosyayı kendisine uzatmıştım. Teşekkür edip babamı en kısa zamanda
arayacağını söyledi. Babamın istemiş olduğu kitabı biraz düşündükten sonra, “bu
yeni çıkan yayınlardan henüz gelmedi, bu günde yarın da gelir” demişti. “Yine
uğrar sorarsınız” diyerek, masadaki çalan telefona baktı. O arada ben
raflardaki kitaplara göz gezdirdim. Ne çok okunacak kitap vardı...
*
Babam
hastalığından dolayı evden pek çıkmıyordu. Onun dışarı işlerini ben
üstlenmiştim. Bir gün sarı zarfa koyduğu birkaç kitabını üzerinde yazdığı
adrese bırakmamı istemişti. Adres, Kolej’de kolay gidebileceğim bir yerdi. Bu
babamın kendi kitaplarıydı. Yıllar sonra birkaçını bastırmış ve yakın çevresine
dağıtıyordu.
Adrese bir
arkadaşımla birlikte gitmiştim. O sokakta arabayı bırakıp çıkamayacağımı
biliyordum. Sokak dardı. Sağlı sollu park edilen araçlardan dolayı ancak tek
araba geçebilirdi.
Zamanında
Ankara’nın en varlıklı ailelerinin oturduğu bir apartmandı. Asansörle çıktığım ikinci
katın sağ tarafındaki kapıydı numarası. Zile bastım. Bu kapının ardında kim
bilir ne hayatlar yaşanıyordu. İnce bir dikdörtgen levhanın adına kapı
denmişti. Kapı içeri ile dışarıyı, özelle geneli bir birinden ayıran, adına
anahtar denen küçücük bir metal parçayla açılıp kapanan bir geçişti.
Kapı açılmıştı. Kapının arasından
uzanan kişi işte o kitapevinin sahibiydi. Zaman geçtiği için adını
hatırlayamadığımdan karşımda görünce şaşırmıştım. Ama kendisi beni ilk defa
görür gibi karşıladı. O kapının ardındaki kokuda babamın evinin bir benzer kokusunu
hissetmiştim. Kitaplardan oluşan bir kale, bilgisayarın klavyesinden dökülen
anılar, ne olursa olsun üretmenin verdiği enerji ile yaşama azmini hissetmiştim.
Yalnızlık bir insana, hele ki erkeğe yakışmıyordu...
Beni içeri buyur etse de
girmedim. Arkadaşımın beklediğini söyledim. Kitapları kendisine uzattım. Ayaküstü
küçük sohbetimizde yönelttiği sorularla benimle ilgili kısa bilgi edinmişti.
Çok kibar hali ile yaşımı sormuş, “küçük kızımla yaşıtsınız” demişti. “Dur bir
dakika kızım” deyip mutfağa gitmiş, içeriden” yalnız yaşıyorum, kendi yemeğimi
yapabiliyorum. İdare ediyoruz işte...” deyip durumunu bildirmişti. Dış kapı
salonun karşısındaydı. Neredeyse her yer kitapla doluydu. Sehpa üzerleri,
duvarlar, ortadaki yemek masası... Aynı zamanda o çalışma masası olsa gerekti.
Üzerinde bilgisayarı duruyordu.
“Bir dakika” deyip diğer
odalardan birine girmiş elinde iki kitap ile gelmişti. “Bunlar benim kitaplarım.
Size vermek istiyorum, çok özür diliyorum, adınız ne idi tekrar söyler
misiniz?..” deyip kitaplarını benim için imzalamıştı. “Gün Gördüm Yüzler Gördüm,
Kar Altında Güller Var” adlı kitaplarıydı. Her iki kitabını da bir solukta
okumuştum. Yaşadığı kişisel tanıklıklar, izlenimler ve söyleşilerden
oluşuyordu. Şimdiye kadar bu tarz bir kitap okumamıştım, ilgimi çekmişti.
Ayrılırken yalnızlığın verdiği
sıcaklığı arar olduğu hissini yakalamış, ayaküstü bir sohbetin sıcaklığı bile
evi ısıtmıştı o soğuk Ankara kışında...
*
Babam ile telefonla görüştükten
sonra, bir yemek sohbetinde buluşmaya karar kılmışlar. Ulaşımında eşlik
edeceğim babam için yemekte ben de olacaktım. İleri yaştaki insanların
sohbetlerinin ne kadar dolu geçtiğini kendi yaşıtlarımla geçirdiğim bazı
sohbetlerin yavanlığında daha iyi ayrımsıyorum. Can kulağı ile sohbetlerinin
dinleyicisi oluyorum. Bu doyurucu sohbette ne çok öğrenilecek şey var deyip
kendim için kaygılanıyorum. Aradaki yaş farkı tesellim oluyor.
Bu sohbette babam övgü ile
bahsederken benden, öykü yazdığımı paylaşıyor. “Okumak isterim” diyor. En kısa
zamanda mail atacağımı bildiriyorum. Birkaç öykümün üzerinde çalışarak geri
yolluyor. Kendi yazdığı yazılardan da bana yolluyor bir armağan gibi. Arı bir
dille yazdıklarını okurken o anlatıların içinde buluyorum kendimi.
*
Daha sonraki karşılaşmamız,
babamın gidiş yolculuğunda oluyor kendisiyle... Tören boyunca yanımda bulunuyor
tüm sevecenliğiyle... Babam için ‘gerçek olan’ güzel sözler söylüyor.
Babamın ardından hazırladığım
kitap için özellikle yardımcı olmak istiyor. Oldu da, hem de benim için en
önemli aşamalarında...
Bu kitap için beni aramasını
beklerken, kendisinin arkadaşı, benim de öğretmenimin gidişinde rastladık
birbirimize... Tören sırasında, ‘babamın dini tören için vasiyeti olup
olmadığını’ sormuştu. Bu sorunun bir benzerini, benim babama sorduğumu
söyledim. “Toplumla ters düşmeye gerek yok, çok başınız ağrır kızım, bildikleri
gibi olsun...” dediğini söylemiştim.
Kitap için, “birlikte üzerinde
çalışalım” derken, Kızılay’da ki Mülkiyeliler’de buluşmuştuk. Kendisine posta
ile yolladığım çıktılarla birlikte üzerinde yaptığı düzeltmeleri tek tek
göstererek, sayfa sayfa ilerlemişti sohbetimiz. Her bir sayfaya tanıklık eden anıları, yazıları ve deneyimleriyle
sohbet uzamıştı. O kadar sürenin nasıl da dolu dolu geçtiğinin farkına
varmamıştım. En son basılmış olan “Ortak Belleğimizdir Dostlar...” adlı
kitabını adıma imzalamış yanında getirmişti. Babamın onca basılmaya hazır
kitapları hakkında bir yayıncı olarak haklı olumlu-olumsuz eleştirileri,
umutsuz değerlendirmeleri; okunmayan bir zamanda basılmasına pek de sıcak
bakmadığını söylemişti.
Bir bayram mesajı ile kendisini
hatırlamak istedim. Kendisi telefonla arayarak; içinde bulunduğu durumdan
dolayı beni çıkaramadığını tüm kibarlığı ile bildirip kendimi hatırlatmamı
istemişti.
Üzülmüştüm!
Kitap için hazırladığı yazısında
bilgiye de yer vermiş, babamla ilgili uzunca yazmıştı. Hazırladığım kitabı son
şekline getirmiştim. “Ben görmeden baskıya girmesin olur mu kızım?” diye de
tembih etmişti. Attığım elektronik posta ile düzeltme yapamayacağından bir
çıktısını istemişti benden, yollamıştım.
Son düzeltmeleri de yapmış, çok
yerinde müdahalelerde bulunmuştu. Kendisine sonsuz teşekkürlerimi kitap da
teşekkür cümlesiyle belirtmek istesem de “gerek yok” deyip istememişti.
Hazırladığım kitabın içerik olarak da pek doyurucu olmadığını tüm içtenliği ile
söylemişti. Ben de gerekli açıklamayı yaparak, bunu bilincinde olduğumu, yine de
bastıracağımı bildirmiştim.
YENER BALTA,
15 EKİM 2016