9 Ekim 2016 Pazar

YILLARIN SÜRÜCÜSÜ

YILLARIN SÜRÜCÜSÜ*

Şuna bak be... Gençliğimiz yollarda geçti. Bir Rize, bir İstanbul... Mekik dokur gibi. Bir yere yazsaydım, bu kaçıncı seferim, kağıtlar dolar taşardı...
            Allaha şükür hiç kaza geçirmedim. Aklından bu düşünceler geçer geçmez direksiyona tak tak vurdu. “Şeytanın kulağına sağır olsun!” dedi. Şeytanın insanın mutluluğunu kıskanacağı inancı ile içine bir korku düştü. Nedenini anlayamadığı bir burukluk duydu. Sonra eşi ve çocukları gözünün önüne geldi.
            Bugüne değin kaza geçirmemiş olmasını kurallara uymasına bağladı. “Her şeyin bir yolu yordamı var!” dedi. “Adamlar bu kuralları boşuna koymamışlar... Konulan bu kuralların hepsinin bir deneyim sonucu olduğu inancına vardı. Bütün bu kurallar belki de acı bir olay sonucu gerçeklik kazanmıştır.” dedi. Kurallara saygılı olduğu için, kuralların önemini kavradığı için de gurur duydu kendinden. Eşine, çocuklarına kavuşmanın sevinci ile kendine değer biçmiş olmanın sevinci bir araya gelince, bir türkü mırıldanmaya başladı. Mutluluk dedikleri bu olmalıydı.
            “Bu günkü yolu da bitirdik, bu yükü de boşalttık mı, iş tamam... Bir an önce evime, eşime, çocuklarıma kavuşmak kalır geriye. Mahalleye girerken bizim bakkaldan çocuklara birer tane gofret alırım. Hanıma da bir şeyler almam lazımdı ama biraz elime para geçmeli...” diye düşündü. “Çocuklar elime bakar, bir şey almazsam eli boş gidersem bana küserler, çocukları küstürmek iyi bir babaya yakışmaz. Çocukları küstüreceksek niçin yaşıyoruz bu dünyada...” diye kendi kendine söylenip duruyordu.
            Mahalle girişindeki bakkaldan iki tane gofret aldı. “Şu büyüğe, şu küçüğe” diyerek her ikisinin sevdiği neyse onu aldı. Atladı yeniden kamyona. Yapacağı tek şey bundan sonra daracık sokaklarda top oynayan çocukları kollamaktı. Yoksa Allah muhafaza...
            Bu düşünceler içinde sokağın sonunda ve bir meydanda bulunan evine gelmişti bile. Uzakta top oynayan kendi çocuklarını da görmüştü. Çocuklarda babalarının yaklaşan kamyonunun sesini duymuşlardı. Başlarını sese çevirdiklerinde babalarının kamyonu olduğunu görmüşlerdi. Çok sevindiler... “Hey, babamın kamyonu!” diye bağırdı büyük çocuk. Küçük çocuk da heyecanlanıp babasını çok özlediği için, babasının ona mutlaka sevdiği bir şey getireceğinden emin, bir an önce kavuşmak için kamyonun geliş yönüne doğru koşmaya başladı.
            Baba, inanılmaz bir hızla kendine doğru koşan evladını görmüştü fakat; iş işten geçmişti! Hızı yavaş olduğu halde durmayı başaramadı. Sonuna kadar frene bassa da küt diye bir ses duydu. Kamyon sanki taşa toslamış gibi bir ses çıktı. Kamyonu durdurdu, geriye doğru hızlıca koştu...
            Küçük oğlu sevecen gözlerle kendine bakıyordu. Gözleri açık gitmişti. Açık gözlerinden sevgi pırıltıları sızıyordu.
            Baba kendini yerden yere attı. Ağladı, sızladı, dövündü... Duyduğu acının büyüklüğü altında ölmek istiyordu. Olayı duyup gelen komşular elini ayağını tutup sakinleştirmeye çalışıyordu. Karısı evden yalınayak fırlamıştı...
            Kurallara uymak yetmiyordu. Şeytanın kulağına kurşun akmıyordu. Kaderin bu kadarı da olur muydu? Bu sonuç için mi çalışmıştı, bu sonuç için mi çocuklarını özlemişti?
            Ne olurdu ki sanki çocuklarını deliler gibi özlemeseydi. Ne olurdu ki sanki çocuğu telaşa kapılmasaydı. Kendisini arabanın önüne atmasaydı.
            Cebindeki gofreti çıkarıp, toplanan komşularına göstererek, “gofreti ne de çok severdi” deyip, olduğu yere çökmüş oğluna sarılmış, hüngür hüngür ağlıyordu.

29.3.1989*

YENER BALTA

DOĞADA OLMAK IV

DOĞADA OLMAK IV

“Her gün, yeni bir başlangıç yapın!” denir ya hep, işte ben birkaç gündür o başlangıçları yaşıyorum. Her gün doğada olmak, havayı koklamak, Ekim ayının ılık güneşini hissetmek...
Denizin önce ürperten, ardından zinde hissettiren durgun, ılık suyu dinlendiriyor beni. Çıkmayı hiç istemiyorum. Güneş ışığının yansımasıyla deniz alabildiğine berrak, dibini görebiliyorum. Adlarını yeni öğrendiğim Sarpa, Melanur yavruları sakin yüzüşümde bana eşlik ediyor. Biraz uzaktan geçen balıkçı teknesinin kıyıya gelen küçük dalgasında hafiften mırıldandığı türküyü de getiriyor beraberinde...
Soyu tükenmekte olan Sultan kelebeğine burada ilk kez rastlıyorum. Onlar da kuşlar gibi Ekim ayının yumuşaklığında buluşuyorlar. Tarifsiz güzelliğine hayran kalıyorum. Her gün bir kaçına rastlamaktayım. Gördüğümde duruyorum. Ürkek, titrek, sakin devinimini izliyorum. Doğa o an sessizleşiyor. Narin kanatlarındaki turuncudan siyaha geçen tonlamasına, baş ve kanat uçlarındaki siyahın içinde beyaz puanlarına hayran kalıyorum. Naifliği büyülüyor beni. Doyamıyorum... Doğaya teşekkür ediyorum. Bana bu güzelliği sunduğu için... Doğadaki tüm canlılara saygı duyuyorum.
Adını bilmediğim mor çiçekli ağacı hissetmek için duraksıyorum. Gövdesindeki kabuğuna, küçük oyuktaki örümcek ağına, dalındaki çiçeğine, kurumuş tohumuna oya gibi işlenmiş yapraklarına hayran kalıyorum.
Ağaçların arkasında sıralanmış mor dağların puslu tonları gökyüzü ile karışıyor.
Bir kuş cıvıltısı ile gözlerim sesi ararken, başka bir kuş sesini ayrımsıyorum. Ağaç yaprakları kuşları nasılda gizliyor, sesleri  ile yetiniyorum.
İnsanların evlerine döndükleri, doğa ile baş başa kalan azınlığın şanslılarından sayıyorum kendimi.
Yol boyunca yürüdüğüm deniz kenarında bakış alanıma giren her güzel manzarayı, fotoğraf karesinde sabitleştirmek istiyorum. Birkaç kişinin oturduğu kafelerin önünden geçerken farklı tatlarda müzikler çalınıyor kulağıma, birinin alçalan sesini, diğerinin yükselen sesi tamamlıyor. Müziğe aç olduğuma karar verip, doğanın sessizliğinde müzik dinlemediğimin ayırımına varıyorum.
İnsan dostu köpeklerin eşlik etmesine alışığım da, bu gün iki kedinin yumuşak patilerinde yol boyunca bana takılmalarına yüreğim dayanmıyor. Onlarla konuşuyorum, hatta; kedileri severken halini sevdiğim arkadaşım canlanıyor gözümde. “Size uygun bir şey yok ki çantamda, bilseydim bir kutu süt getirirdim” diyerek konuşuyorum kediciklerle... Onların asıl dertleri yemek olsa da sıcak dostluklarına sadece dokunarak karşılık verebiliyorum. Birinin beyaz sarı tüylerinde, bir diğerinin beyaz siyah yumuşaklığında, başından kuyruğuna kadar dolaşan elimde enerjilerini hissediyorum.
Gözüm arkada, onların dostluğunda kalıyor. Deniz kenarında balık tutan yaşlı adamın, iki küçük balığı önlerine atması mutlandırıyor beni...

7 EKİM 2016

YENER BALTA

29 Ağustos 2016 Pazartesi

ŞİMDİ BİR ÇOCUĞUM OLSUN İSTERDİM!

ŞİMDİ BİR ÇOCUĞUM OLSUN İSTERDİM!

Şimdiye kadar hayır dediğim bu soruya hala hayır demekteyim ama, bir tek şey için, onu da şu an için olmalıydı diyorum.

Sadece O’nun için!..

Bir çocuğum olsun isterdim; onu karşıma alıp, O’ndan bende kalanları anlatmayı isterdim. Onun elinden tutup bir bir bıraktığı hazinesine dokunmasını isterdim.

İsterdim ki örneği "O" olsun!

Benden sonra benim yaptıklarımı kaldığı yerden sürdürsün, eğer yapamadıysam benim yapamadığımı o yapsın isterdim. O’nun gibi, hayatında ulaşmak istediği bir hedefi olmasını öğütlerdim. Yılmadan her türlü olumsuzluğa göğüs germenin nasıl bir şey olduğunu O’nun yolunda görmesini isterdim. İsterdim ki onu kucağıma alıp fotoğrafında gösterirken bu senin “bilge deden” demek isterdim. Geriye kalan tüm fotoğraflarında yüzüne yansıyan ışığı görsün isterdim.

Bazen bıraktığı hazinenin içinde mücevherler değil, mücevherlerden de kıymetli bilgilerin olduğunu masal tadında anlatmak isterdim. Onu bir "bilgi canavarı" olarak tanıtıp, hiç korkulmayacağını söylerdim. Ve hazinesinin kapısı herkese, hep açık olduğunu... Bilginin hiçbir zaman insanı doyurmadığını, yemek gibi, içmek gibi her zaman gerektiğini söylerdim.

Onu tanımasını, onunla zaman geçirmesini, zamanın ne kadar kıymetli olduğunun, her saatinin nasıl dolu dolu geçirebileceğini onun yanında görmesini isterdim.

Sevginin sözden çok, sıcak bir dokunuştan önce, bakışlarında olduğunu görmesini isterdim. O iki anlamlı göz ile göz göze gelmesini çok isterdim.

Sırf bunun için çocuk doğurmadığıma pişmanım. Uzun uzun anlatmak için... Dedesinin bir değer olduğunu anlatmak için... Göğsünü gere gere,
“Benim dedem var ya...” derken gururlanmasını. Bir ömür paylaşmasını isterdim o ardında bıraktığı eserlerini...

Onu benim kadar sevecek, benim kadar hissedecek, onun benim ardında olduğumdan emin olduğu kadar emin olacağım bir çocuğum olsun isterdim.

Dünya var oldukça eserleri nesilden nesile geçsin isterdim.


16 Ağustos 2016

YENER BALTA

GİZLİ GÜNCE

GİZLİ GÜNCE

Bugün bir gizi araladım. O giz aslında dolaylı bana bırakılmış bir emanetti! Emanetin sahibi yaşıyor olsaydı o giz elimin altında da olsa açıp bakmazdım. Çok sevdiğim özelliğimdir birilerine ait özel bir şeye ne olursa olsun dokunmamak.

Üzeri siyah-bordo ciltli küçük ve ince defteri araladığımda yıllar öncesinde kaleme alınmış, üzerine yıl belirtilmişti. Giriş yazısından ve imzasından da anladığım kadarıyla dolaylı olarak bana emanet eden kişiye de bir emanetti. Bu daha da burk bir duyguydu.

Sayfalar bazen el yazısıyla, bazı sayfalarda büyük dik harflerle, bazı günler farklı renkte kalemlerle yazılmıştı. Daha önce var olan güncenin ikincisi olarak tanımlanmış, düşündüklerinden, olmasını isteklerinden en çok da yaşadığı olumsuz anlar ve duygulardan bahsederek, kendi çocuklarına hitap etmişti. “Siz çok küçüktünüz” demişti, “anneniz” diyerek bahsetmişti bazı satırlarda... Bazı satırlarda, çocuklarına “şu an ağlıyorsunuz” diye bahsetmişti...

Bu emaneti kendi çocuklarına vermeli miyim diye aklımdan geçirdim. Ya değerini bilemezlerse, ya önemsemezlerse... Ya da daha çok olumsuz anların yazıldığı satırlarda geçmişe dönüp bir kenara atarlarsa... Şu an için onu düşünmenin zamanı değil dedim kendi kendime... Bir de emanetin ilk sahibi vermediğine göre diye düşündüm.

Amacım, yaptığım çalışma için diğer emanetlerin (kitaplar, yazılmış kitaplar, basıma hazır dosyalar, fotoğraflar, eşyalar, anılar...) arasından birkaç fotoğraf almaktı. Ama o ince ve küçük anı defteri tüm gizemiyle elimin altında, gözümün önünde duruyordu. Defterin üzerinde çocukluğumdan hatırladığım beyaz etiketlerden vardı. Etiketin üzerinde o kişiye ait olduğunu bildirir küçük bir de not vardı.

Defterin sayfalarını hızlıca çevirdim. Araya eklenen bir zarf ve dörde katlanmış bir kağıda rastladım. Zarfın içerisinde başsağlığı için gönderilen telgraflar vardı. Küçük not kağıtlarında kimlerin telefon edip, katılamamalarının gerekçeleri bir iki kelimeyle not edilmişti. Bir de o hüzünlü ayrılışta yapılan masraflar bir kağıda detaylı yazılmıştı.

Pembe pelür kağıdın üzeri de daktilo ile yazılmıştı. O birkaç sayfa, o güncenin  belki de bir öykünün sonu gibi tamamlayanıydı.

Orada bir geçmiş vardı, yaşanmıştı, çile, emek en çok da sevgi vardı. Acıların içine gizlenmiş sevgilere rastladım. Hani şu sevgisinden zarar veren, işin içinden çıkılamayan çırpınışlardandı.

O okuduğum birkaç satır o defterin sırlarıydı. Bir satırını bile burada paylaşmayı planlamadım. O anki satırlar, kendini yazıda rahatlar bulan bir insanın içini kağıda dökmesiydi.

O pembe kağıtta yazılanlar henüz tamamını okumadığım güncenin belki de en özel kısmıydı. Günce kişiye ait olsa da, o kağıtta yazılanlar, o kişinin bir başka gözden yazılmış son saatleri olan hazin gidişinin anlatımıydı.

O satırları göz yaşlarımın buğusunda okudum.

Acının paylaşılamadığını anladım!

18 Ağustos 2016

YENER BALTA

9 Temmuz 2016 Cumartesi

TOPRAKLA BULUŞMA

TOPRAKLA BULUŞMA
Patlıcan fidesinin uzun süre toprakta dikili olup, eflatun, pembe, mavi, biraz da beyaz karışık naif çiçeğinden sonra hızla patlıcana dönüşmesi izlenmeye değer heyecanlardan...
Üç küçük fidenin neredeyse ona yakın patlıcan vermesi ve bunu; kendi yetiştirdiğim sebzeyi yemek kadar güzel bir şey var mı hayatta?.. Hani çok söylenen sözler vardır ya; “küçük şeylerden büyük mutluluklar yakalamak” diye... İşte tam bu sözü açıklıyor bu güzel mucizeler.
Kışın soğuk ve kısa gecelerde patlatıp yediğimiz mısır tanelerini bir deneyeyim diye toprağa gömdüğümde nasıl bir sonuç alacağımı bilmeden dikmiştim. İlk minik yeşil fidanını görünce heyecanlanmış, günbegün takip edip kısa sürede boyuma ulaşan mısır  dalının sevdalısı olmuştum. Mısır çıkmayacak diye ümit kesmişken, bir de baktım ki kızıl sarı saçlarını çıkartıvermişti dal ile yaprak arasından. Şimdi olması için sabırsızlanıyorum.
Evde, kilerde ne bulduysam toprağa gömmeye karar verdim bir ikisinin yeşillendiğini görünce. Mısır, nohut, yerfıstığı, fasulye... Hatta buzdolabında kalmış iki yumru turp, birkaç küçük havucu bile toprakla buluşturdum. Buluşturmaya gör... Yetmedi, yumru birkaç patatesi dörde bölüp toprağa gömüp beklemek de farklı bir duygu.
Elime geçen bir çiçek fidesini koca bahçede yer yokmuş gibi, çapayı patatesin olduğu yere denk getirmek, toprağın altından o dörtte bir patatesin filizlendiğini görüp alelacele tekrar toprağa gömdüğüm telaşı ve heyecanı anlatamam.
Şaşkınlık içerisinde bekler olmuştum. Toprak görmemiş insanlar gibi elime geçeni gömmüştüm toprağa. Fidesi, tohumu, çekirdeği... Çekirdek dedim de; kuşlar yesin diye pazardan aldığım kavrulmamış ay çekirdeklerini yere düşenlerinin bir bir yeşerdiğini görmek büyüleyiciydi. Madem toprakla buluşan yeşeriyor, bahçenin kenar kısımlarını büyüyünce çit gibi olsun diye ay çekirdekleri ile doldurmuştum. Şu an bahçenin her tarafı ay çekirdekleriyle dolu. Kuşlar, çiçeğine, dalına, yaprağına konup bir bir çıkarıyorlar o bal tadında yemişleri. Hatta gizlenerek, onları ürkütmeden fotoğraflarını bile çektim o güzel anların...
Kilosu altın değerinde olan çamfıstıklarını, kozalağın içinde ya da çekirdekleri yollara dökülmüş halde toplamak, hızımı alamayıp bunları büyük bir kavanozda biriktirmiştim bu sonbahar. Çıkar mı diye gömdüğüm birkaç yerde, fidanını tanımadığım için çapalarken bir ikisini sökmüştüm. Saksıda, sardunyanın altında kendini sağlama alan çam çekirdeği şimdi bir karış olmak üzere... Yetiştiğini gördükten sonra küçük saksılara gömdüğüm çam fıstıkları bir bir çekirdeğini üzerinden atmak üzere... Her aşamasında fotoğraflamak da ayrı bir zevk benim için.
Salatalık, domates meyveleri konusunda oldukça cömertler. Her gün yeni çiçekler açıp, mini minnacık domates ve salatalıklara dönüşmesi bir mucize. Domateslerin yeşilden kırmızıya dönüşüp, dalından kopartırken ki duyguyu herkes yaşamalı... Suyun toprağa değmeden önce yapraklarına düşmesindeki çıkan ses; kızgın güneşin akşamında, toprağın suyu içine çekmesi, o günün tüm yorgunluğunu alıp götürüyor insanın...
Kabak için üzgünüm, her gün sapsarı çiçeklerini açsa da, minicik kabaklara dönüşse de hiç büyümediler. Sararıp çürüdüler dalında.
Salataya sıktığım limon çekirdeklerini biriktirip, suyun içinde bekletip, ya tutarsa diye tümünü küçük bir saksıya dikip unutmuştum. Bir gün baktığımda o küçük saksının üzeri yemyeşildi. Biraz boy attıktan sonra ayırmış ayrı saksılara dikmiştim. Şimdi gelen misafirlerime birer limon fidesi armağan ediyorum. 
İki ayrı dal olup, aynı pergolede serilmiş asmanın yere düşen üzüm tanelerinin çekirdekleri bahçenin neredeyse her yerinde mini fidelere dönüşmekte... Hiç sıkılmadan çıktıkları yerden alıp minik saksılara dikiyorum. Onlar da birer armağan edebileceğim fidelere dönüşüyor benim için... Yoksa toprağı bellediğimizde kaybolup gidecekler, böyle yaşayacaklar...
Buranın rüzgarı çok. Sert ve neredeyse esmeyen gün yok. Yeni diktiğim boyumca limon fidesinin yeni çıkan yaprakları kıvrılıp büzüşmekte... Üzerinde mini minnacık birçok limon çıksa da birkaçı dalında az da olsa büyümekte... Kışa doğru salatya sıkacağım aşamaya gelir sanırım.
Şeftali... Nasıl anlatırım bilmem. Yapraklarını döküp kışın her dalı budanırken içim acıyan. Ne kadar ağaç kendini yenileyecek olsa da baharda, niyeyse kesilen her dalı için üzülmekteyim. Soğuk, hatta ayaz denecek bir Mart ayında tomurcuklandı. Pembe bordo çiçeklerinin çoğu dondu. Kalan ağacı şenlendirmeye yetti. Çok fazla çiçek meyveye dursa da, çoğu döküldü minik meyvelerin. Çiçekli zamanında dalına konan Büyük Baştankarayı o muhteşem çiçekli dalında görüntüledim... Şimdi o fotoğraf evin duvarında asılı... Her gün meyvenin biraz daha büyümesini gözleyerek, olmuş mu olmamış mı yokladım. İlk kızaran şeftalisinde sevinç çığlığımı attım. Bir dalında taşımaz olan meyvesini, dalına destek olsun diye diğer dala bağladım. Önce öptüm, sevdim, kokladım... Bir bir dalından koparıp yedim.
Bu güzel anları yaşamak için geç kalmış sayılmazdım. Annem ve babama, bu güzelliği yaşattıkları için çok teşekkür ediyorum onlara... Ve sık sık da anıyorum kendilerini anılarımda...
Bir önceki yaz, kutuya koyup 10 tane kadar şeftaliyi babama postalamıştım. “Kızım, tadı öyle güzelmiş ki yine yolla” demişti. Nasip değilmiş.
Ya annem; nane toplarken, taze soğanı kökünden çektiğimde, demet demet topladığım maydanoz ve roka için, domatesleri salata yapıp, yemeğe katarken “ah keşke annem burada bunları tadabilse” diyorum. Göz yaşlarım bu mutlu anlarımda, annem ve babam için hüzne dönüşüyor. Tıpkı bu satırları yazarken olduğu gibi...

8 TEMMUZ 2016

YENER BALTA