8 Nisan 2008 Salı

ÇATIŞMAYI ANLAMAK

ÇATIŞMAYI ANLAMAK

Her ikimizde korunma kalkanlarımızı indirip birbirimize yakınlaşarak, aramızda derin sevgi adını verdiğimiz bu aşkı güneşin doğuşu gibi bir kez daha yükseltiyoruz.

Bizim yaşadığımız derin sevgi, içten geldiği gibi davranılan bir sevgi.

Biz tekrar zevki, aşkı, doyasıya paylaşıyor, yaşıyoruz şu an. Çünkü kendimiz gibi davranıyoruz.

İkimizde daha sevecen, daha kabul edici, daha hoşgörülü ya da daha az yargılayan biri olacağımızın garantisini veremeyiz, ama neden böyle olamadığımızın araştırmasını yapacağımızın sözünü verebiliriz birbirimize.

Aramızda çıkan sorunların ve kısıtlamaların korkularımızdan ve kendimizi güvensiz hissetmemizden kaynaklandığını kabul eder, tüm dikkatimizi bunları araştırıp yok etmeye veririrsek problem kalmaz.

En önemli şey, şu an için her ikimizinde, kendimizi tanıyıp çözüm buluncaya kadar çatışmayı araştırmamızdır. Çatışmak yerine, çatışmayı dondurmak yerine...

Kendimize neden bunlar oluyor, neden böyle davranıyoruz diye sorarsak ve şu anın güzelliğini sorgulamak yerine çözüme ulaşabiliriz. Zira şu an biz bir adım atıp ilişkimizin evrimleşmesini sağlamaktayız. Beklenen sonucun iyi ya da kötü bitmesi ya da sürmesi tamamı ile bizim elimizde...

Şu anda her ikimize düşen tek şey ilişkinin sihiri bozulmasın diye konuşmamak değil, aksine isteklerimizi, davranışlarımızı, olanı biteni tartışabilmemizdir. Açıklık bizi korkutsada, ilişkimizin güvenliği açısından bu gereklidir. Sözle verilen güvenin sağlamlığı açısından, korkuları yenmemiz açısından...

Ve karşılıklı birbirimizin gözünde var olan değeri tekrar kazanabilmemiz için paylaşıp konuşmamız gerekir.

Kabul ettiğim tey şey aslında çatışmalarımızın ve çatışmaya yol açan durumlarımızın, kendimizi korumak adına, nedenlerini çözemediğimiz gibi, böyle davrandığımızı kabul edememekti. Ama anladık ki, bu kendimizi birbirimize karşı korumaktı, karşılıklı suçlamaktı. Evet hem de ne suçlamak, haksızlığa uğramış kişiyi oynuyorduk her ikimizde.

Aslında yine aynı şeyler yaşanıyor, bunların farkına vardık ve bunların yanlış olduğunu bilmemiz aramızdaki ilişkinin çoğu problemini çözmemize, pek çok değişim olacağını bize göstermesine ve yerini sevgiye ve yakınlığa ve aşka ve sınırsız birlikteliğe bıraktığını farketmemiz oldu, yoksa ne ben değiştim ne de sen...

Şu kısa sürede tam tersi bir aşk yaşamamız var olan aşkımızın devamı bence. Bizi her ne kadar korkutsada. Ama korkumuz için duygularımızı bastırmanın bir anlamı yokmuş. Hele ki sonucu kaybetmekse. Eğer kaybetme korkumuzu saklasaydık, bastırsaydık içimizde, kurtulamayacaktık ondan. Birbirimizi kabul etmemizle, yendik bu korkumuzu.

Yerini yeni korkularımız alsada... Sevgimizin seyri korkutmamalı, sevgimizin paylaşımı korkutmamalı, yeni korkular yaşayacağız diye korkmamalı, korkuya yer vermemeliyiz ilişkimizde.

Evet şu an farkında olarak yaşıyoruz var olan aşkımızı. Tüm engelleri kaldırarak, bundan eminiz her ikimizde. Çocuksu, bencil bir aşktı yaşadığımız aşk... Hep benimle ol, hep yanımda dur, sana dayanmak, kendi güvenimi senin üzerinden sağlamaktı, ama neyseki ne sen izin verdin buna, ne ben yapabildim bunu. Senin gücün gücüm olacaktı oysa ki olamadı tökezledim, iyi de oldu. Tüm yaşadığım mutsuzluklar, sen kaynaklı olsun dedim ki sorumlusu sen ol diye. Kendimi kurtarmaktı niyetim. Yoksa sende mi bunları hissettin diye sorsam kızar mısın bana!..

Olması gereken aşk; birbirimizden uzak olabilmeliyiz arasırada olsa, bir diğerimiz olmaksızın birşeyler yapabilmeli ve anlayışla
karşılamalı diğer birimiz. Çünkü o zaman karışımızdaki kişi kendi olabilir ancak. O zaman sevgimiz yaşayabilir.

Korkularımız vardı farkına vardık, yanlışlarımızın farkına vardık, birbirimizin kişiliklerini kabul etmemekte ısrarlıydık. Ama bir
diğerimiz olmaksızın bir şeyin anlamı olmadığını anladık. Bu ani değişim bizi korkutmasın. Ne ben değiştim, ne de sen. Sadece
yaşadığımız hayattaki o en ufak davranışlarımıza bakış açımız ve yaklaşımımız değişti. Gözümüzün ve beynimizin üzerindeki sis perdesi bir anda kalktı üzerimizden. İyi de oldu.

Acıtan sevgimiz yaşatan sevgiye dönüştü. Kinimiz, öfkemiz, şiddetimiz sadece mutsuz etti birbirimizi ve hep "bitsin bu ilişki" ile ad buldu. Oysaki öyle birşey istediğimizden mi; hayır!

Daha olumlu, daha anlayışlı, daha sevecen yaklaşmak olmalı niyetimiz. Varsa bize uymayan yine ben benim, sen de sen, tepkimizi verebiliriz.

Kendimizi diğerimize rakip görüyorduk, savaşıyorduk birbirimizle, kendimizle, ilişkimizin sürecinde. Yanlış yapıyorduk, her yaptığımız yanlış diğerimize yanlışlar yaptırıyordu.

Her ikimizde istiyorduk birbirimize dokunmayı,her ikimizde arzuluyorduk, ne şanslıyız bir bilsem, bir bilsen, bir bilsek. Ama inadımız, sevgimizle cezalandırmaktı niyetimiz bir birimizi, şimdi daha iyi anlıyoruz. Her fırsatta birlikte olmamızı bile yanlış yorumlamışız. Şimdi bile farklı kaygılar yaşamıyor muyuz, ama yersiz olduğunu biliyoruz artık, çünkü sevgimizin farkına vardık, sevgimizi sevgisizliğimiz olarak bir birimize yansıtmışız.

Birbirimizi istememiz, birbirimizin üzerinde kurmak istediğimiz güc olarak algılandı. Bu nedenle birbirimizi sevmekten ve en büyük korkumuzu yaşamaktan korkuyorduk. Birbirimizi terketme korkumuzla yüzleştik.

"Seni gerçekten seversem ve istersem seni kaybedeceğim"i sanıyorduk. Onun için sevgimizi birbirimize ifade ederken arada "artık" ekliyorduk başına. Gelgitler olarak algılanan "artıklar" ama çok yanlış davranmışız.

Hayır herşeyin iyi gitmesi bizi korkutmamalı, nasıl son bir kez fırsat verdiysek birbirimize, nasıl olanı biteni değerlendirip, temiz bir sayfa açabildiysek, bu sayfalar üst üste geldiğinde ciltletebiliriz sevgimizi...

Aslında her ağızımızdan çıkan kelime karşı taraf için o kadar önemli ki. Neyin neyi ifade ettiğini bilmeden, neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünmeden her şeyi her şekilde rahatlıkla söylüyoruz. Aslında ne anlamlar yüklü ağzımızdan çıkan kelimelerde; suçlama, yarğılama, aşağılama, yerme, cezalandırma, öç, kin, nefret, güç, baskı...

Çatışmanın nedenlerini araştırmanın en uygun zamanı çatışmayı yaşadığımız andır. Konuşma sırasında kendimizi savunmaya kalkar ve kavga edersek, havayı gerginleştirmekten başka bir işe yaramaz. Oysa birbirimize sevgiyle yaklaşırsak, içimizi dökeriz. Ama biz neler yapıyoruz, açıklama yapmıyoruz, susuyoruz, haykırıyor öfkeleniyoruz. Her iki tepkide "seslilik ve sesizlik" karşı tarafta aynı etkiyi yaratıyor. Biri sesli biri sesiz, ikimizde aynı şiddette tepkiyi veriyoruz.

Yaşadığımız olay sırasında ağızımızdan çıkan kötü kelimeler aklımızdan hiç bir zaman silinmeyecek. Ama onu deme sırasındaki yaşanılan olay belki unutulacak gidecek. Üzerinde konuşulmadan, sorun çözülmeden üzeri örtülerek ilişkiyi sürdürürsek, şişmiş balonun ince bir deliğinden sızan hava gibi ilişkiyi söndürür. Belkide şu aşamadan sonra karşılıklı oturup olabildiğince sakin, olabildiğince anlayışlı, en son yaşadığımız olayı, o aklımızdan silinmeyecek kelimeyi neden sarfettiğimizi araştırmalıyız. Bunları konuşmayarak özden uzaklaşıyoruz niyeyse...

Her şeyi karşılıklı konuşarak açıklığa kavuşturmalıyız, bir de bu şekilde elimizi uzatmalıyız birbirimize, ne dersin?

YENER BALTA
29 MART 2008

31 Mart 2008 Pazartesi

MUTLULUK BİZİM İÇİMİZDE

MUTLULUK BİZİM İÇİMİZDE

Hepimiz mutluluğun peşindeyiz. Mutluluğu paraya, güce ve prestije sahip olunca yakalayacağımızı sanarız. Aslında gerçek o değildir, ne kadar masumiyetimizden uzaklaşırsak o kadar mutsuzluğun içinde buluruz kendimizi. Masumuyetimizden uzaklaşmak demek, her şeyimizi kaybetiğimiz anlamına gelir.

Mutsuzluğun diğer nedeni de her zaman kaygı içerisinde olmamız. Kaygı artık hepimizin yaşam tarzını oluşturmakta neredeyse. Korkularımız, kaygılarımız bizi esir almış durumda. İçinde bulunduğumuz anı yaşamak yerine geçmişle geleceği birbirine karıştırıp, şu anı zehir ederiz kendimize.

Bazen bir başkasının başarısızlığı yada mutsuzluğu mutlu eder bizi içten içe. Her ne kadar çirkin olsada, insanlıktan uzak olsada... Başkalarını mutlu etmek kendi mutluluğumuzdur bir bakıma. Manevi bir huzur buluruz, birilerine yardımda bulunduğumuzda. Başkalarının mutluluğunu yok etmek yerine, onların mutluluğu için zeminler hazırlamalıyız.

Kıskançlığa, rekabete, kıyaslamaya ve hırsa yer vermeden yaşamalıyız. Bunlar bizi meşgul ettiğinde mutluluğu kaybeder, mutsuzluk içinde kayboluruz.

Mutsuzluk kişinin karakteri ile ilgili değildir, kişinin bilinçli olup olmadığı ile ilgilidir. Öfke vardır, aç gözlülük vardır, sahip olma isteği vardır, kıskançlık vardır çünkü bilinç yoktur.

Karakteri değiştirmek kolaydır, önemli olan bilinci değiştirmektir. Bilinç olduğunda, öfke, şehvet, aç gözlülük, kıskançlık, hırs ortadan kaybolur. Bu tür duygulara ayırdığımız tüm enerjimiz açığa çıkacağından enerjimiz serbest kalacaktır. Açıkta kalan enerji bizim mutluluğumuz olacaktır. Mutluluk bizim içimizden gelecektir, dışardan beklemek, farklı şeylere bağlamak yanlış olur.

Mutluluğun peşinden koşmak imkansız birşeydir. Eğer mutluluğun peşinden koşarsak ve elde etmeye çalışırsak onu hiç bir zaman yakalamayız. Çünkü mutluluk içinde bulunduğumuz durumda ansızın ortaya çıkar, nasıl olduğunu bile fark edemeyiz.

Yarına ertelenen, vadedilen mutluluklar olamaz. Onu yönetemez, üretemez, ayarlayamaz ve ne kadar mutlu olmaya çabalasak da yakalayamayız. Mutluluğu yaratamayız. O zaten mevcuttur bizde. Mutluluk sadece biz rahat olduğumuzda gerçekleşir. Öyle birşeydir ki, hiç bir neden olmadan kendimizi coşku dolu hissederiz.

Mutsuz oldukça mutluluğu daha çok ararız. Mutluluğu arzuladıkça daha çok mutsuz oluruz. Mutluluğu aramak için oradan oraya savrulur dururuz.

Tam şu anda mutlu olmak bile bizim kendi elimizdedir.

YENER BALTA
15 TEMMUZ 2006

SEVGİ VE EVLİLİK

SEVGİ VE EVLİLİK

Sevgiyi de sınıflandırabiliriz sanırım. Hele ki bu kadın ve erkek arasında ki sevgi olursa, bir de bu sevgi evlilikle sonuçlanırsa...

Bağımlı sevgi, bağımsız sevgi ve karşılıklı bağımlılık...

Bu sevgileri evlilik olarak düşündüğümüzde, bağımlı evlilik, bağımsız evlilik ve karşılıklı bağımlılık olarak üç ayrı gurupta topladığımızda, günümüzde olan evliliklerle örnekleyebiliriz, biz hangi gurup evliliğe giriyoruz, ya da hangi evlilik bizim yapımıza uyuyor karar verebiliriz.

En yaygın olan sevgi, bağımlılık üzerine kurulan evliliklerde kendini gösterir. Kadın erkeğe sıkı sıkıya bağlıdır, bağımlıdır. Erkek ise her ne kadar bağımsızmış gibi görünsede o da karısına bağımlıdır. Her ikis de karşılıklı çıkara dayalı bir evlilik yaşamakta, birbirlerine hükmetmekte, birbirlerine sahip olduklarını, hatta birbirlerini birer eşyaymış gibi görmektedirler. Çocuklar sahiplenilir, benim senin tartışmasına bile girilir.

Kadın kocasının izni olmadan bir yere gidemez, yeni birşey alamaz, alsa da kendince geçerli nedenler bulacaktır. Koca bağımsız davranamaz, her ne kadar kendini evin reisi olarak görse de o da karısının baskısı, tehditleri ve kaprisleri altında kalacaktır.

Genel geçerli evliliklerin büyük bir çoğunluğunu bu guruba giren birliktelikler oluşturur.

Bağımsız sevgi ise en az bağımlı sevgi kadar tehlikelidir. Bu günümüzde çok az rastlanan türden bir birlikteliktir. Oran olarak bağımlı sevginin tam tersi durumundadır. Bu evliliğin temelinde de mutsuzluk vardır, çünkü her iki tarafta çatışma hali içerisindedir. Ortak noktayı bulmak çok zordur. Kimse kimsenin kararına uymak istemez. Aşırı özgürlükçü bir sevgidir, neredeyse kayıtsızlık hakimdir. Diğerinin yaptığı herhangi bir eylem ya da davranış, üzerinde yorum yapmaz, müdahale etmez, fark etmez bir tavır takınılmaktadır. Bir birlerini kendi alanlarının içinde terk ederler, yokmuş gibi davranırlar. Kimse kimseye ödün vermeye yanaşmaz. Aşırı bağımsız oldukları için ilişkileri yüzeyseldir. Bu tür birliktelikler daha çok sanatçılar, düşünürler, şairler ve bilim adamları gibi meslek gurupları ile uğraşan kimselerde görülür, bu gibi insanlarla bir arada olmak imkansız gibidir.

Karşılıklı bağımlılıkda ise; uyum söz konusudur. Bu birliktelik gerçekleştiğinde her iki tarafda kendini cennette hisseder. Ama bu birliktelik oldukça ender görülür. Sanki birbirleri için nefes alıyorlarmış gibidir. Son derce mutlu ve huzur içerisindedirler. En önemlisi iki bedende ki tek ruhturlar. Bu gerçek sevginin yaşandığı bir evliliktir.

Bağımlı ve bağımsız sevgide bunu görmek imkansızdır. Bağımlı ve bağımsız evlilik sadece çıkara dayalı bir anlaşmadır, her bakımdan sağlanan bir anlaşma, sosyal, psikolojik, biyolojik...

Karşılıklı bağımlılıkta sadece ruhsal bir beraberlik söz konusudur. Biz diyebilmek belki de, benden önce senin için diyebilmek, çıkar gözetmeksizin, korkmadan, cesurca paylaşarak...

Evlilik toplumca kabul gören bir kurum olduğuna göre, büyük bir çoğunluğun eninde sonunda en az bir kez yaşayacağı bu birliktelikte, örnek olan ruhsal beraberliği yakalayabilmek, herkes için tek dileğim.


YENER BALTA
12 TEMMUZ 2006

YAŞAMIN YEDİ EVRESİ

YAŞAMIN YEDİ EVRESİ

Bizler insan ömrünü üç gruba ayırıp çocukluk, gençlik ve yaşlılık olarak sınıflandırırız. Doğru olanın bu olduğunu düşünürüz. Aslında insan ömrü her yedi yılda bir ruhsal ve fiziksel değişime uğrar. Her yedi yılda bir insan bedeninin tüm hücreleri değişir, yenilenir. Ortalama ömür 70 yıl olup, her on yılda beden yaşlanır, her yedi yılda yeni bir dönem başlar, yeni bir adım atılır.

İlk yedi yılda çocuklar ben merkezci olup, tüm dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü düşünür. Tüm aile onun dediğini yapmak için hizmetinde olduğunu, isteklerinin yerine getirilmediğinde çabuk kızan ve sinirlenen bir yapıdadır.

Yedi yıldan sonra çocuk tamamı ile sorgulamaya başlar. Neden, niçin, niye soruları en çok kullandığı soru cümleleridir. Muazzam bir biçimde her şeyi merak eder. Merakını gidermek için dener, araştırır, sorar. Saatin tiktakları dikkatini çektiği için içini açar. Ağaçlar neden yeşil yapraklı gibi sorularla felsefe yönü ağır basar. Kendi yaşıtı olan karşı cinsinden olanla ilgilenmeyip, kendi cinsinden olan ilgisini çeker.

On dördüncü yıldan sonra üçüncü bir kapı açılır. Kendi cinslerinden kopup, karşı cins ilgilerin çekmeye başlar. Yedi ve on dördüncü yaş arasındaki arkadaşlıklar sıkı bağlar üzerine kurulup, hiç bir zaman unutulmayacak, sonsuza kadar hatırlanacaktır. On dördüncü yılda romantizm ağırlık basar ve cinsenlik ön plana çıkar. Kişi kendini keşfeder.

Yirmibirinci yılda ihtiraslar baş gösterir. Bir çok şeye sahip olamak ister. Gelecek için nasıl başarılı olacağını, nasıl rekabet edeceğini düşünür. Bu yaşın anlamı para, güç ve prestijdir.

Yirmi sekizinci yılda kişi maceracılıktan sıyrılmış, tüm arzularının tatmin edilemeyeceğinin daha çok farkına varır. Eğer matık ağır basarsa, maceradan uzaklaşıp güvenlik ve rahatlığın peşine düşer. Rahat ve güvenlikli bir ev ister. Hayatını garantilemek ister, düzenli bir hayat kurma peşindedir.

Otuz beşinci yılda yaşam enerjisi en yükseğe çıkmıştır. Yol yarılanmıştır ve yavaş yavaş enerji azalmaya başlar. Kurallara karşı gelmek yerine uymayı yeğler. Bir düzen kurulur ve bu düzen bozulunca altüst olur. Bu yaşlarda gelenege ve geçmişe saygı duyar. Kişi karşı görüş olmayıp, tüm kurallara uyar.

Kırk ikinci yaşlarda ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar belirir. Enerji gittikçe azalır, sona yavaş yavaş yaklaşır. Kırk iki en tehlikeli dönemlerden birisidir. Çoğu hastalıklar bu yaşlarda ortaya çıkar. Fiziksel olarak değişiklikler tamamıyla fark edilir, saçlar beyazlar, kilolar alınır, var olan enerji yetmemeye başlar. Din önem kazanır. Diğer taraf düşünülmeye başlanır.

Sadece yirmi sekiz yıl kaldı!

Kırk dokuz yaşında herşey netleşir. Kişiler karşı cinse ilgi duymamaya başlar. Yerine getirilmesi gereken sorumluluklar bir bir yerine getirilir, çocuklar evlenip yuva kurarlar. Bu yaşlarda kişi doğaya yönelir, kendi içine döner.

Elli altı yaşında yeniden bir değişim, bir devrim yaşanır. Yaşam sona yaklaşıyor! Bu yaşlarda kişi topluma, karşı cinse, sosyal ilişkilere ilgi duymamaya başlar.

Altmış üç yaşında kişi çocuk gibi olur. Sadece kendisi ile ilgilenir. Çocukluğun masumiyetine tekrar döner, tüm olgunlukla, edilinen bilgiyle, anlayış ve zekayla... Sona hazırlık vardır bu yaşlarada...

Sadece yedi yıl kaldı!

“Yaş yetmiş iş bitmiş” diye bir atasözü vardır, sonun geldiği noktadır. Çok ilginçtir ki sonu gelen kişi, dokuz ay önceden bunu farkeder, kendi içine doğru yönelir.

Ne mutlu ki tüm yaş dönümlerini o an ki dönemde yaşamış kişilere. Alınması gerken sorumlulukların yaşından önce ya da sonrasında almak gibi, sahip olunması gerekenlere sahip olunamayıp, çok sonraları olunması gibi, yaşanmamış eksik kalmış duyguların ve paylaşımların sonrasında tadına varılmasındaki eksiklik ya da taşkınlıkların yaşanması gibi...

YENER BALTA
14 TEMMUZ 2006

BEDENİMİZ BİZİ ELEVERİR

BEDENİMİZ BİZİ ELEVERİR

Yine mutsuzuz bugün, neden mutsuz olduğumuzu bilmeden. Sıkıldım kelimesi ile bazen dile dökeriz o anki huzursuzluğumuzu. Omuzlar düşük, boyun bükük, sırtımız eğik, ele verir kendi bedenimiz bizi ister istemez.

İçimizdeki sıkıntının da bedenimizden kaynaklandığını aklımıza getirirsek eğer, hemen toparlarsak bedenimizi, sıkıntımızın da bedenimize yüklediği yükten kurtulmuş oluruz.

İçimizde yaşadığımız sıkıntının asıl kaynağı beden dilimizdir. Beden dilimizle duygu ve düşüncelerimizi, dilimizden dökülen kelimelerden daha net ve anlaşılır şekilde ifade ederiz çevremize.

Hepimiz beden dilimizi farkında olmaksızın günlük yaşantımızda son derece etkili bir ifade biçimi olarak kullanırız. Kelimelerimizi rahatlıkla kontrol edebilsek de, beden dilimizi kontrol etmemiz daha zordur. Bedenimiz olaylara ve durumlara karşı kendiliğinden tepki vereceği için kontrol etmemiz zorlaşır.

Sinirlendiğimizde bir bakış, bir el hareketi, başımızın hareketi ya da yüzümüzde yarattığımız mimikler o anki tepkimizi çok güçlü bir şekilde ifade eder. Dünyanın neresine gidersek gidelim, beden dili ulusal bir dildir. Üzüntülüyken de, sevinçliyken de, şaşkınlığımızda da verdiğimiz tepkiler hep aynıdır.

Gerçek duygu ve düşüncelerimizi kelimelerin arkasına gizlemek mükün olsa da, beden dilimizi gizlemek o kadar kolay değildir. Duygu ve düşüncelerin anlaşılmasında kelimeler değil, beden esastır.

Eğer karşımızda ki kişiyle iletişim kurmak istiyorsak, önce beden dilimizin olabildiğince açık olması gerekiyor. Bedenimiz dik, göğüs alanımız açık, kollarımız ve bacaklarımız düz olduğu sürece iletişime geçmek için bir başlangıç yapmış oluruz. Aslında çoğumuz beden dilinin ne olduğunu bilmesekte, ister istemez de olsa o dili kullanıyoruz.

Bir insanın kendini ifade etmesinin en etkin yolu, gögüs açıklığını ya da merkezini kullanma biçimidir. Başka bir özelliğine bakmaksızın karşımızdakinin içinde bulunduğu duygu yogunluğu ve kişilik yapısı hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Bir insanın kendine güvenip güvenmediğini bile beden dilinden anlayabiliriz.

Beden dilli sağlıklı olan insanlar, diğer insanlarla da sağlıklı ilişkiler kurar, haklarını savunabileceği gibi, karşısındakinin de haklarına saygı gösterirler.

Bir insanın içinde bulunduğu durumdan rahatsızlığını, kendine olan güvensizliğini, göğüs kısmının içe doğru kapanmasıyla, omuzların düşmesiyle, bedeninin hafifçe öne eğilmesiyle gayet rahat anlarız. Bu duruşa sahip olan insanlar hayat enerjileri azalan, yaptıkları işten ve bulundukları durumdan memnun olmayan insanlardır. Çekingen ve dışa kapalı bu duruşa bir de zayıf ve tereddütlü ses tonu eşlik eder. Bu yapıya sahip insanlar haklarını aramakta güçlük çektikleri gibi “hayır”demektede zorlanırlar.

Bu duruşun tam tersi olan omuzların geriye doğru gitmesi, kolların genişleyerek yana doğru uzaması da merkezin çok fazla açılması demektir. Kişinin sınırlarını genişletip, dışarıdan gelecek her hangi etkiye daha şiddetli karşılık vereceği anlamına gelir ki, bu da olumsuz bir duruş biçimidir. Kavgacı, saldırgan, şiddet içeren davranışları barındıran bir insan bu duruşu ile diğer insanların hak ve duygularına da duyarsızdır. Bu tür insanlar haklarını eninde sonunda zorlama ve zorbalıkla alacaklarını bir şekilde ifade edip, etraflarına da rahatsızlık vermektende çekinmezler.


YENER BALTA
13 TEMMUZ 2006

SÖYLENMİŞ SÖZLER

SÖYLENMİŞ SÖZLER

Son zamanlarda en çok internet ortamında güzel sözlerle karşılaşıyor olsak da kendimce topladığım, ama kimlere ait olduklarını bilmediğim sözlerin birkaçını sizlerle de paylaşmak istedim. Belki bir yol gösterici olur size, belki hatırınızda kalır, belki de sizi etkiler düşündürür birkaçı!..

Eğer gerçeği konuşuyorsanız hiçbir şey hatırlamaya gerek kalmaz.

İyi bir günle kötü bir gün arasındaki tek fark sizin ruh halinizdir.

Eğer hoşunuza gitmeyen bir şeyler varsa değiştirin. Eğer değiştiremiyorsanız, bunları olduğu gibi sevmeyi öğrenin ama lütfen şikayet etmeyin.

Bir kişi herhangi bir tartışma sırasında öfkelenirse, artık gerçeği aramaktan çıkmış, kendisiyle savaşmaya başlamıştır.

Saadet ne acı ne de zevk tarafından rahatsız edilmeyen mutlak huzurdur.

Yalnızlık bağımlılıktır, tek başınalık ise saf bağımsızlıktır.

Zamanımızı alan insan kendisini borçlu saymaz. Ödemeye kalksa onuda yapamaz.

Aşk bir hayal, evlilik ise gerçektir. Hayal ile gerçeği birbirine karıştırırsanız, hayalleriniz bu işten zararlı çıkar.

Hiçbir vakit, öğüt verirken olduğumuz kadar cömert değilizdir.

Gerçek sevgi iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde eksilmeyendir.

Küçük kafalar kişileri, orta kafalar olayları, büyük kafalar fikirleri konuşurlar.

Gerdanımda pırlantalar olacağına, masamda çiçekler olmasını tercih ederim.

Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.

İnsanlar ağaçtan ders almalıdırlar. Ne üzerinde barınan kuşların, ne gölgesinde yatan insanların, ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar.

Gel dese de bakma cimri aşına, bir fırsat arar da kakar başına.

İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen mutludur, hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramayacaktır.

Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma! Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!

Güzel konuşmak için bir yol vardır; dinlemeyi öğrenmek.

Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız.

Sakladığın bir sır senin esirindir, açığa vurursan sen onun esiri olursun.

Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.

Büyük insan büyüklüğünü, kendisinden küçük insanlara karşı davranışlarıyla gösterir.

İnsanların gerçek mutluluğu sağlık ve neşedir.

Cimriler çok iyi insanlardır, ölmelerini isteyenler için servet toplarlar!

Cimrilik, zenginlik içinde fakirliktir.

Bir şeyi doğru olarak yapmak, onu niçin yanlış yaptığımızı açıklamaktan daha az zaman alır.

İnsanların en büyük kusuru kendilerini görmeyip başkalarının kusurunu ortaya çıkarmalarıdır.

Zaman geçiyor ve biz hala bunun farkında değiliz.

YENER BALTA
10 TEMMUZ 2006

ARA VERMEK!..

ARA VERMEK...

Her ne kadar örtüsü beyaz olsada rengi karanlık olan kış mevsimini geride bırakalı çok oldu. Karın üzerinde yürürken bırakılan izler gibi bizde de izler bıraktı. Acısıyla tatlısıyla... Daha bir zorladı ayakta kalabilmek için mevsimlerin en beyazı ama aslında en karası... Sabahı akşama bağlayan günlerde içimizi ısıtan sıcaklıkları arar olduk. Belki de sevgiyle bakan iki göz, tüm sevgisi ile bize dokunan sıcak bir el, tatlı bir dil aradık duymak için bir çift güzel söz. Tümü geride kaldı.

Tüm açlığımızı doyuracak enerji her sabah hiç şaşmadan gülümser bize, bazen kızgın, bazen puslu doğarak uzaklarda ama aslında içimizde... Tüm canlıların yaşam kaynağı güneş yaşatır bize o yaydığı sıcaklığını baharlarıyla, kışıyla, yazıyla... Nasıl da içimizi ısıtır, nasıl da enerjimiz olur bizim. Bazı sabahlar yağmur yağıyorsa, hava kapalı ise eğer yataktan çıkmak istemez insan, işe gitmenin sorumluluğu omuzlarda hissedilirken. Ama boşuna, belki bugün diğer günlerden daha bir farklı olur diyerek bir umut! Haftanın rutin günleri pazar sabahları şaşırır saatini...

Hepimizin beklediği şu günlerde en çok arzu edilen uzaklaşmak, kaçmak bir yerlere. Belki de hiç geriye dönmemek. Keşke gittiğimiz yerden hiç gelmesek, keşke buralarda kalabilsek, bu mavilikte, bu yeşilin yaydığı oksijende... Hep ertelenen hep sonraya itilen, sorumlulukların omuzlardaki yükü hissedilince emekliliğe bırakılan gerçek istekler.
Ait olduğumuz yere geri dönmek olmasa, hep bir sonra ki gidilen yer kalan olsa geride. Yeni bir yaşam, yeni bir mekanda, yeni insanlarla, yeni bir çevrede. Her şeye sıfırdan başlasak mesela, kullandığımız bilgisayarları yeniden başlattığımız gibi tek tuşa basarak yenilesek kendimizi. Keşke olabilse...

Yaşam var oldu olalı bu yaşadığımız düzen olması gereken ki böyle kurulmuş gidiyor. Rutin düzeni ile, bazen sağlımızla sarsıyor bizi, anlıyoruz ki bu tek düzelik bile güzel, her şeyin başı sağlık deyip şükretmesini biliyoruz.

Yaşamda var olabilmek, ayakta kalabilmek herşeyden önce insan olabilmek için üretmemiz gerektiğini hepimiz biliyoruz. Meslek olarak seçtiğimiz işe ara verme zamanı şu güzel sıcak yaz aylarında geldi çattı. Bir yıl boyunca çalışıp yorulduğumuz günleri belki onbeş gün, belki bir ay süreye sıkıştırıp dolu dolu geçirmek tek isteğimiz.
Kenara birkaç kuruş koyabildiysek, kendi yaşam standardımızda keyfini çıkarabilmekse eğer, bir an önce gelse şu özgür olabileceğimiz kısıtlı günler.

Yeni yerler, yeni keyifler, yeni tatlar... Şöyle uzanmak denizin verdiği eşsiz huzurda, yeşilin içinde kaybolup koklamak havayı, o güzelim havayı depolamak ciğerlere dönüşte kullanmak üzere. Belki de bir yerlere kaçmadan evimizden hiç çıkmasak. Tüm rahatlığı ile çıkarsak tadını evimizin. Hep sonraya bıraktığımız, yapmak istediğimiz uğraşlarımızı bir bir gerçekleştirsek zevkine vararak.

Belki de doğduğumuz toprağa geri dönmek, çocukluğumuzda yaşadıklarımızı anılarımız da yaşasak belki biraz buruk.

Herkesin hakkettiği bir ödül diye düşünüyorum bu dinlenme sürecini. Herkese iyi tatiller diliyorum.

Yener Balta
17 Haziran 2006

SOKAK MEKANLARI ONLARIN

SOKAK MEKANLARI ONLARIN

Ne çok şeye malzeme oldu şu İstanbul sokakları. Ne çok şeye tanıklık etti, ne çok şey yaşandı her bir sokağında. Herkesi, her kesimi kendine çeken koca şehir İstanbul!

Yeni bir yıla günler kala, çarşı ve mağazalarımızı, evlerimizi, bahçemizi ışıklarla süslerken, her bir rengin yanıp söndüğü, yeni bir yılın yeni umutlar getireceği beklentisi ile ömürden bir yıl daha giderken, zamanın bize neler kattığı kar kalırken yanımıza...

Çocukların ilgisinden çıkıp kendini çocuk hisseden büyüklerin ille de süsledikleri çam ağaçları. Gavur işi deyip de, ülkemizde pek kabul görmeyen, içten içe özenilen çeşit çeşit minyatürlerle süslenen ışıklı çam ağaçları.

Bostancı İskelesi'nin karşı caddesine düşen sokakların birinde, eskinin en lüks apartmanlarından birinin girişi önünde, ışıkların oynaştığı çam ağacından sonra gördüğüm manzarayı unutamam her niyeyse...

Soğuk geceyi biraz kıracağı ümidiyle, apartmanın girişi önündeki kuytu yer mekanları olmuş o gece için. Her gece yatılacak bir yer değil zira. Beyinlerin uyuşup da uykuya yenik düştüğünde, oracıkta kıvrılıp kalınacak anlık mekanlar. El ayak çekildiğinde, herkesler evlerine girdiğinde, sokakların gecenin sessizliğine gömüldüğünde, alınan tiner kokusu ile kafalarının ve bedenlerinin uyuşma aşamasında, alt alta, üst üste bir yığın halinde iç içe geçerek yatışları unutulacak gibi değil.

Sabah olup da henüz güneşin ışımadığı, sokak lambalarının oluşturduğu loşlukta seçmeye çalışıp da tam seçemediğim, gözlerimde yol boyunca bitirmek için çabaladığım geceden kalan uykumla, işe gittiğim aracın kırmızı ışıkta durması ile, araladığım göz kapaklarımı sonuna kadar açıp, karşılaştığım manzarayı algılamak için, bir süre öylece donup kaldığım manzarayı şu gün bile unutmuş değilim.

Bir film seti değil mekan. Hepsi neredeyse aynı yaşta, aynı kaderi paylaşan çocuklar. Soğuk henüz onları dondurmamış; hepsi, bedenler ne kadar birbirlerine sokulurlarsa o derece vücut ısılarını koruyabileceklerini bildiklerinden birbirlerine geçmişler.

Hiç biri sokak olsun istemez mekanları. Belki özgür olabilmek istedikleri için, belki baskıdan, belki acıdan, belki de zorlamadan kurtulmak için evlerinden kaçmakta bulmuşlar çareyi…

Özgürlük bu mu onlar için? "Sıcak bir ev, sıcak bir aile, iyi bir eğitim ve gelecek ümidi ile doğar her çocuk diye bilinir…" hep. Sonucun ne olacağı düşünülmeden, gelecekte ne olabilir kaygısı gütmeden, hayata merhaba dedirttirilen küçük bedenler...

Neredeyse her biri aile ilgisinden yoksun, geçim sıkıntısının ne olduğu iyi bilinen, bir dilim ekmeğin çöplüklerde arandığı yaşamlar...

Beyinlerde, bedenlerde bir keresinin bile silinmez izler bıraktığı tiner kokuları. Her bir çekişte ciğerlere dolan, beyinde hasarlara neden olan, gün be gün daha da uyuşabilmek, gerçeklerden kaçıp, hayal alemine dalabilmek için çekilen tiner kokuları, yarınlar için bir ümit olabilir mi sanki...

Yarınının ne olacağı şimdiden belli olan gençler… Sokakta yaşanılan hayatın kaçta kaçı iyi ile sonuçlanabilir ki...

22 Şubat 2008 Cuma

HOŞ GELDİN BEBEK!

HOŞ GELDİN BEBEK!

Yeni bir hayat için karar verilmiş dokuz ay öncesinden. Bu uzun süre öncesinde eşinden aldığını kendisine katarak. Ne umutlarla kim bilir, ne heyecanlarla. Bilinir mi ki kenetlenen iki bedenin o an ki mutluluğu ve heyecanı, o doğacak bebeğin hayat boyu üzerinde taşıyacağını!
Mutluluğunun, başarısının ve yaşam enerjisinin ilkini o andan sonra onda kalacağını ve hayatı boyunca temelinden aldığı duygularını. İstenerek dünyaya gelen bir bebek olmanın ayrıcalığını üzerinde taşıyacağını... Fark ettirmeden.
Eğitimli, bilgili bir annenin yetiştirdiği insan seçilir, belirir diğerlerinin arasında. Daha iyi nesiller için en iyi yatırım analara mı olmalı ilkin! İlk ten, ilk göz, ilk nefes ana ile paylaşılmaz mı? Hayat boyu hiç bitmeyecek paylaşımın atılan temelleridir bu paylaşımlar.
Yeni bir hayat bağladı bugün diğerleri gibi, doğa kendini yenilemeli, yenileyebilmeli ki, yaşam devam edebilsin.
Çalan telefondaki ses müjdeledi yeni nefesi. Ürperen bir ten, göz yaşı ile dolan iki göz. Mutluluk da ağlatır üzüntüler gibi bazen!
Birkaç yıl öncesi üzerinde okul forması, uzun saçları iki omzunda örgülü, kırmızı yanaklar, öğretmeni ile gelmiş, "Eti senin kemiği bizim!" diyerek iş hayatının en alt basamağına bırakılmıştı oracıkta. Yalnız, yapayalnız hissetmişti kendini, ilk kez annesinden ayrılan bir yavru misali, o anası bildiği öğretmeninden ayrılıp iş hayatının ortasına bırakılmıştı.
Güler yüzlüydü, biraz ürkek. Ürkekliği gözlerinde ki pırıltıyı gizlemeye yetmiyordu. Kaçamak bakışları ile ortamı süzse de, biraz çekinir hali seziliyordu. Sezgi yanıltmıştı bu sefer. İlk günün ardından yeni iş yerleri araştırmasını istemiş olsa da öğretmeninden o an ki kararı ile ne kadar yanıldığını daha sonra ondan içtenlikle duymak duyanları hem mutlu etmiş, hem de onurlandırmıştı.
Katıldığı ortamın yaşça en küçüğü idi, kimilerinin çocuğu olacağı yaştaydı.
Aradaki yaş farkı bazen unutulup gidiliyordu, çünkü ona yaklaşımlarının ne kadar içten ve sevecen olduğunun farkında idi. Hiç bir zaman kötüye kullanmadan, aradaki mesafesini korudu. Verilen her hangi bir işi büyük bir dikkatle dinliyor, özümsüyor ve uygulayarak olur almak istiyordu. Ondaki bu hevesin ve heyecanın ne olduğu iyi bilindiğinden, eleştiriler olumlu yönde yapılıyor, eksiklerine göz yumularak. Yapıcı olunduğu sürece daha iyi öğreneceği diğerleri tarafından biliniyordu.
Öğrendi de. Kısacık zamanda bilgisayarı kullanmayı, işin tekniğini az
çok kavramıştı. İşin en önemli evresi olan tasarıma kalmıştı. Bilinenler sonuna kadar öğretilmeye ve iletilmeye hazırdı. Eğer almak ona yeterli gelmeyecekse sorduğu yanıtlanıyor, sormadığında da yeri geldiğinde
iletiliyordu. "Söylenen ve gösterilen bir kez daha anlatılmaz" diyerek de kulaklarını dört açması hatırlatılıyordu.
Ne zorluklar bekliyordu onu, üniversite sınavına girecekti, meslek lisesi mezunu olacaktı ve aldığı teorik eğitim sınav için yeterli gelmeyecekti belki de. Ama bir kez deneyecekti. "Bildiğimle sınava gireceğim" diyordu.
Her hangi bir ek bilgi hazırlığına girişmeden. Üniversiteye yetenek sınavı ile alınan bir fakülte düşünüyordu. İstediği mesleğe başlaması sınav sonucu ile olmasa da, o bire bir çalışarak öğrenecekti. En azından bir kez denedi ve olmadı.
Kısa sürede başarısı işveren tarafından da onaylandığı için aldığı maaş da azımsanmayacak miktarda idi. Oysa ki şunun şurasında ilk başladığında yol masraflarını bile karşılamıyordu iş veren.
Durgundu, mutluydu, heyecanlıydı ve bazen de kaygılı!.. Bir anı bir anını tutmuyordu. İçi içine sığmıyordu. Ufak kaçamakları vardı, bir şeyleri gizler gibiydi. Pek fark etmemiş gibi davranılsa da.
Sonunda herkes öğrendi. Onaylanmayacağını, verdiği karar için çok erken olacağını, acele etmemesi gerektiğini büyüklerinden defalarca duyacak olsa da o kararını vermişti bir kere.
Kızımız gölünü bir delikanlıya kaptırmıştı. Yaşının küçük olduğunun bilincindeydi evlilik kararı için. Ama onlar kararını vermişti, büyükler onaylamasa da. Tebrikler o anda sunuldu. "Hep mutlu ol, şu anda olduğun gibi, hep ama hep" denmişti.
Daha önce evliliği yaşamış olanlar kendisini edindikleri tecrübeleriyle
uyardı. "Bizimki farklı olacak" cümlesi artık yeni evlenen her çift için klasik bir evlilik sloganı haline gelmişti. Bilmeden o da söze döktü. Buruk bir gülümseme paylaşıldı o duyguyu paylaşanlar arısında, sezdirilmeden.
Paylaştığı iş kolunun ustası işten ayrılıyordu, işler tümüyle ona kalıyordu. Başarabilir miydi, altından kalkabilir miydi, gidenin yerine gelen neleri değiştirirdi? Paylaşılan aynı iş yerinden, aynı ortamdan, aynı günler artık kalmamıştı. Bunlar o an için düşünülmüyordu. Gidilmesi ne kadar üzse de, inceden inceye bir sevinç yaşanıyordu. Ustalığın basamaklarına öyle ya da böyle tırmanacaktı.
Hayata gözlerini açmasına neden olan bebek anneliğin özverisini bir kez daha gündeme getirmişti. Mesleğinde bir yerlere geleceği kaygısını yaşarken birden bire annelikle tanışmış, belki de bebeği ile yaşamın üstesinden gelecekti. Mutluluğu, zamanını, yaşamını bir bebekle pekiştirecek, onu en güzel şekilde yarınlara hazırlayacaktı. Uykusuz geceler, kendisi için zaman bulamayacağı anlar, bebeğini kucağına aldığı anda siliniverecekti bir anda aklından.
Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu karar vermesi için anlık zamanlarla yarışacaktı bebeği için. Bebeğinin tehlikeli bir durum anında vereceği karar önemli idi o an için. Bütün merkez bebeği olacaktı. Bebeği büyük bir huzur içinde uyurken her şeyden habersiz; henüz büyükler tarafından köreltilmemiş, tüketilmemiş fazlası ile onda varolan tüm değerleri izleyecek, bir parçasını o an için paylaşacaktı o mışıl mışıl uyurken.
Bozmadan, kırmadan, düzene uydurmadan yetiştirebilecek miydi bebeğini? Kendi değerleri mi ağır basacak, yoksa toplumun içinde ezilmemesi için güçlü olması mı öğretilecekti. Güç güçsüzlükle karıştırılmadan. Neyin "güç" olduğunu ayırt edebilecek miydi?
En az kendisi kadar güzel, en az kendisi kadar mutlu bir bebek olacaktı o da biliyordu. Çok genç yaşta anne olmanın sorumluluğunu hiç bir zaman unutmadan. Kendisini yetiştiren annesinin desteği ile daha da güzel bir insan olacak bebeği biliyordu.
Hayat boyu alınabilecek en zor kararlardan biri olan ama bir o kadar da kolay gelen herkeslere. O kararını vermişti!..
Yeni bir insan, yeni bir hayat!
Benden
25.9.2006

3 Ekim 2007 Çarşamba

SIRADAN KADIN YOKTUR

SIRADAN KADIN YOKTUR

Kadın ayağa kalktı, doğrudan bana baktı:
- “Ben seni seviyorum”, dedi. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. Karşımda duran kadına belki de ilk kez bu sözün anlamıyla bakmıştım. Kadının dikkat çekici hiçbir özelliği yoktu. (Belkide benim için yoktu demeliyim). Yani ne bileyim, her gün her an karşılaşabileceğiniz bir kadındı. Aramızda böyle özel yakınlığı yaratacak hiçbir şey olmamıştı, bunu iyi anımsıyorum. Çirkin bile denebilirdi. Üzerinde günlük bir giysi vardı. Şimdi “nasıldı” desen onu bile anımsamam. Ama gözlerinde öyle bir parlaklık vardı ki kayıtsız kalamadım. Söylediğini anlamazlıktan gelmeyi denedim:
- “Ben de sizi severim.”
Kadın tepkiyle karşıma dikildi:
- “Yok öyle değil, ben seni seviyorum.”
Bu kez anlamamak olanak dışıydı. Durumu kabul etmeliydim.
- Peki ne olacak?...”
Kadın şiddetle bakıyordu:
- “Olacak bir şey yok, evleniriz”, dedi.
Arıtık bu kadarı da fazlaydı:
- “İyi ama nasıl evleniriz?”, dedim. “Sen evli değil misin?”
Parmağındaki yüzüğü görmüştüm.
Kadın bir an bile duraksamadı:
- “Ayrılırım”, dedi. Kadının kararlı davranışı beni şaşırtmıştı. Bütün bunları nasıl güçlükle söylediğini anlamak zor değildi. Ona biraz yardım etmeyi düşündüm:
- “İyi de ben evliyim.”
Kadın hiç oralı olmadı:
- “Sen de ayrılırsın...”
Bir an kadına dikkatle baktığımı Şu anda bile anımsıyorum. Bütün bunları ona düşündürtecek hiçbir şey olmadan nasıl böyle bir karara vardığını düşünüyordum. Ama bu işi burada kesip atmak gerekiyordu:
- “Şimdi bakın”, dedim. “Ben hiç böyle bir şey düşünmedim. Bunları neden düşündüğünü bilmiyorum. Bence bütün bunları unutsak daha iyi olur. Benim hiç böyle bir niyetim yok.”
Önümde duran belgelerin işi bitmişti. Kadına uzattım.
Kadın gözlerime baktı. Belgeleri aldı. Çıktı gitti. Bir daha da görmedim. Ama inan bana, hayatımda çok düşündüğüm kadınlardan birisi odur...”
***
Arkadaşımı tanırdım. Bir bankada çalışıyordu. Yakışıklıydı, kadınlarla istediği gibi ilişki kurmasını bilirdi. Duyarlı olduğunu da bilirdim. Merak ettim:
- “O kadında seni bu kadar düşündüren neydi?”
Arkadaşım düşünceli yanıtladı:
- “...Kararlılık. Beni etkileyen kadının kararlılığıydı. Ama asıl dehşete düşüren, kadının kararlığının kendine ait oluşuydu. Düşünebiliyor musun, kadın beni hiç hesaba katmıyordu. Kendisi bir karar vermişti ve gözü hiçbir şey görmüyordu. Evliydi, kendi evliliğini gözden çıkarmıştı. Hadi diyelim ki mutlu değildi ve ayrılmak istiyordu. Ama benim evliliğim de umrunda bile değildi, tek sözcükle ikimizi de eşlerinden ayırıyordu ve biz evleniyorduk...”
- “Düşüncesiz biriydi belki de...”
- “Sanmıyorum. Tersine bütün bunları çok düşündüğünü sanıyorum. Belki gecelerce...”
- “Senin hayatını biliyor muydu? Eşini tanıyor muydu?”
Arkadaşım irkildi:
- “Yok canım, bizim çevremizle falan ilgisi yoktu. Tanıdığını hiç sanmıyorum, onunda böyle şeyler umrunda değildi. Sanırım, duygusuna kendisi için bir kurgu yapmıştı, bunu da tutkuya dönüştürmüştü.”
- “Peki, bunca tutkuyla seven bir kadın nasıl bir daha görünmedi?”
- “Bilmiyorum. Belki de kurgusunda ben de ona aşıktım. Belki de benim kendisine açılamadığımı düşünüyordu, bilemem.”
- “Sakın ona bir biçimde umut vermiş olmayasın...”
Arkadaşım bu kez sitemle bana baktı.
- “Artık pes derim. Öyle bir şey olsaydı, söyleyecek sözüm olabilir miydi?...” Doğruydu, söylenecek söz yoktu...
Sonradan bu öyküyü ben de çok düşündüm. Bu, gerçekten yaşanmış bir olaydı. Belki de insanların başından kaç kez geçmiş bir olay. Ama bizi neden bu kadar düşündürmüştü? Sonraları bulduğumu sandım. Ancak bir kadın bu denli kararlı davranabilirdi. Böyle kararlı bir erkek görmemiştim. Erkekler, genellikle böyle durumlarda “sonra ne olacağını” düşünür, hesaplar, ona göre karar verirdi. Ama bir kadın karar verirse, sonradan ne olacağını düşünse bile göze alırdı. Kadınlar erkeklerden daha mı kararlıydı?
Düşündüklerimi arkadaşıma sordum:
- “Anlattıkların beni çok düşündürdü. Sence de kadınlar daha mı kararlı? Biz erkekler kadın ilişkilerimizde daha çok mu hesap yaparız? Kadınlar daha mı gözü kara davranır?”
Arkadaşım ciddi bir tavırla yanıtladı:
- “Bu olay önce bana bir şey anlattı, ‘Sıradan kadın yoktur’. Hani biz erkekler aramızda konuşuruz da, kimi akadaşlar ‘ben kadınları tanırım, kadınlar şöyledir, kadınlar böyledir’ derler ya, bil ki bunlar yanlıştır. ‘Kadınlar’ diye bir şey yoktur, ‘kadın’ vardır. En önemsemediğin kadın bile ‘özel bir kadındır’. Bunu bilmeyen erkek, gerçekte kadın konusunda deneyimsiz erkektir. Kadınları tanımış bir erkek hiç bir zaman ‘kadınlar’ demez. Her kadının ‘özel bir kadın’ olduğğunu bilir. Soruna gelince, evet diyorum. Kadınlar her zaman erkeklerden çok daha kararlıdır. Bir şey yapmayı aklına koyan kadını bundan döndürecek hiçbir güç yoktur. Belki bekler, planlarının gerçekleşmesi için bekler, ama vazgeçmez. Bekler planını uygular ve yapar. İnan ki, bu kadının yaptığını yapacak bir erkek tanımadım. Ben hiçbir zaman onun yaptığını yapamazdım.”
- “Nasıl yani?...”
- “Yani, ben bir kadını çok beğenseydim, onun karşısına dikilip de, ‘ben seni seviyorum. Sen ayrıl, ben de ayrılayım, sonra da evlenelim’ diyemezdim.”
- “Ne derdin peki?...”
- “Ne mi derdim? Doğrusu pek düşünmedim ama böyle köklü çözümler bulayım diye kararlar vermezdim sanırım. Böyle köklü çözümlere gitmeden konuyu idare edelim derdim herhalde...”
- “O da çapraşık durumlar yaratmaz mıydı?”
- “Yaratırdı ama köklü çözümlere ulaşmak çok daha zor...”

Erdal Atabek, Kırmızı Işıkta Yürümek, Altın Kitaplar, 1991, Sayfa: 127

2 Ekim 2007 Salı

EVET YA DA HAYIR DİYEBİLMEYİ BİLMEK

EVET YA DA HAYIR DİYEBİLMEYİ BİLMEK

"Özgür olabilmek" sadece doğruları mı kapsar? Doğru ya da yanlış her ikisi de birlikte olduğunda özgür olunabilir bence. Yanlışı da doruyu da özgürlük adına yapabilmeli, göğüsleyebilmeli insan.

Özgür olabilmek için "evet" ve "hayır" diyebilmeli yerli yerinde. Eğer istenmeyen bir şeyse net bir şekilde "hayır" çıkar ağızdan. İsteniyorsa "evet" dökülür dillerden erir gider kelime...

Hayır diyerek insan kendini daha özgür hisseder sanki. Her ne kadar evet daha özgürlükçü bir kelime olsada. Evetin yüklendiği anlam biraz boyun eğmeci gibi gelir insana. Teslim olmak kendini kaptırmak gibi gelir sonrasında. Bir şeyin kararını verirken onun sonu hayırla bitiyorsa eğer, kendini daha güçlü hisseder, daha bir otoriter olur. Hayır da bir inatçılık, bir mesafe konuyor gibi gelsede takınılan tavır aslında bir maskelemedir. Bir şekilde hakkını savunmak gibi, savaşa hazır olmak gibi gelir insana. Hayır kişiyi evetten daha net bir şekilde tanımlar. Kelime sert ve katıdır. Evet daha belirsizdir, hafiftir, yumuşaktır kelimesinde olduğu gibi.

İzlediyseniz eğer çevrenizde daha çok ergenlik döneminde hayırlar çok fazla tüketilmeye başlar. Kendini kanıtlama ve ifade biçimidir ağızdan çıkan her hayır. Hayırı çok tüketen yetişkinler de yok değildir!

Ebeveynlerin gençlere yaptırmak istedikleri herşeye aldıkları cevap hep; "hayır" olsa da her iki tarafta bıkmadan yılmadan kendi fikrilerinde ısrarcı olur her nedense. Odanı topla, ders çalış, dışarı çıkma, o arkadaşınla görüşme, erken kalk gibi hep büyüklerin küçüklerden istediği bu tür şeyler hayırla yanıtlanır nedense. Aslında tek nedeni büyükler otoritesini sağlamak için, küçükler de kendilerini kanıtlamak için karşılıklı evet ve hayırlar sürer gider.

Çünkü gençlerin hayırlarında alttan alta özgür olabilme hissi vardır. Kendilerini biraz daha zeki hissederek hayırı kullanırlar. Evet demek pasif ve edilgin bir etki bıraktığından daha bir kabullenicidir. Çünkü evet dendiğinde akasından neden, niye, niçin gibi sorular sorulmasını gerektirmez. Ama hayır her türlü soruyu arkasından getirir, bu kaçınılmazdır.

Hayır kelimesi bir uyumsuzluk ifadesidir. İnsanlar bir arada olduğu sürece uyumsuzluk sergilerler, çünkü uyum bilinçli olmayı gerektirir. Bilinçle birlikte kişi kendini özgür hisseder, özgürlükle birlikte kişi ne zaman evet denmeli, ne zaman hayır denmeli bunun kararını sağlıklı bir şekilde verebilir.

Hayır kelimesinin insana verdiği özgürlük basit ve çocukca bir özgürlüktür. Yaşamı boyunca hayırlarla birlikte sürdürürse yaşantısını bir yerlerde takılı kalıp, sağlıklı bir hayatı sürdürmeyi başaramaz.

Aslında ne kadar rahatlıkla hayır denebiliyorsa o kadar rahatlıkla evet diyebilmeliyiz. İşte o zaman özgür olabiliriz. Yoksa hayırlar tutsak eder insanı...

Benden...
30 HAZİRAN 2006

MEVSİM SONBAHAR

MEVSİM SONBAHAR

Yine havalar soğudu, mevsim sonbahar. Kış kapıda, kasım ayından kendisini hissettiriyor. Darılmasın bana kasım ayı sevemedim bir türlü! Duygu yoğunluğum gözlerimde son buluyor, her yer her an puslu, buğulu ve nemli...

Mevsim mi beni bu duruma sokuyor, ben mi mevsime ayak uyduruyorum, bilemiyorum.

Sıcak yaz aylarının ardından sonbahar yumuşak bir geçiş yapmak için yazla kışın arasına sıkışsada, yine hazır hissetmiyorum kendimi kışa.

Hele ki sonbahar! Yeşil yaprakların binbir tona bürünüp yerlere yavaş yavaş süzülüşleri, izlerken ki paylaştığım duygular. Ne kadar da nazlı nazlı iniyorlar rüzgarı beşik ederek kendilerine, sevgi yüklü bir buse gibi yapraklar konuyor yerlere. Birken bin oluyorlar, her şeyde olduğu gibi görkemleriyle.

Ressam yapabilir mi bu tonların tümünü, fırçasıyla paletinde. Sürebilir mi her bir tonunu her bir yaprağı ayrı ayrı yansıtırken tuvaline...

Bir bir geçiyor kafamdan düşünceler... Kaptırmamalıyım diyorum, sonbaharın karanlığına kendimi. Kuvetli olmam lazım, sımsıkı sapasağlam. Beni havasının içine almamalı. Dıflarısında kalıp, kapılmadan, yaklaştırmadan izlemeliyim onu. Kara kışı beyazlar kaplayıp, örtene kadar. Örtmeliyim, tüm temiz duygularımla, beni saran kara duygularımı.

Tek tek kristal parçacıklarının üst üste geldiğindeki yığınların, çığlığım karşısında çığa dönüştürmeden durdurmalıyım. Tüm iyileri üst üste koyup, bir çığ yığını oluşturup hiç bir seste kaymayacak kuvveti bulmalıyım kendimde. İç içe geçirip, kenetlendirmeliyim duygularımı.

Atmalıyıp o kara bulutu üzerimden, elimi kaldırıp savurmalıyım hava da hızlıca sağa sola defalarca. Tüm parlaklığıyla çıkmalı o capcanlı gökyüzü maviliği. Parlamalı üzerimde apaydınlık. Belki bulurum diye aramalıyım o sonsuz mavilikte bir ışık süzmesini, çıkabileceği bir aradan. İzlemeliyim tüm dikkatimle ışıkta oynaşan toz zereciklerini sessiz, hafif ve nazlı...

Karanlık biliyorum, karanlık olmalı ki, ışığın etkisiyle, görebilmeliyim beyaz perdede yaşamın tüm geçmişini, her bir karenin bir bütünü oluşturduıu yaşam filmini, iyisiyle, kötüsüyle, güzeliyle, çirkiniyle oynamalıyım, bana düşen rolümde... Sonu var mı bu filmin? Hayır, bitmeyecek bu film bitmesini hiç istemiyorum.

İnsanlar bir bir geçecek beyaz perdenin henüz durmamış film makinesinin önünden, her birinin düşecek gölgesi beyaz perdeye bir bir çıkmak istedikleri o karanlık salondan henüz sonu gelmemiş filmi beklemeden!


Benden...
16 KASIM 2006

TOPLULUK İÇİNDE YALNIZ OLMAK

TOPLULUK İÇİNDE YALNIZ OLMAK

Gençliğin en başta gelen öğrenimlerinden biri yalnızlığa katlanmayı öğrenmek olmalı; yalnızlık mutluluğun, ruh dinginliğinin kaynaklarından biridir çünkü.

Öte yandan ise, insanları toplumcul kılan, onların yalnızlığa, bu yalnızlık içinde de kendilerine katlanma yeteneğinden yoksun olmalarıdır. İçsel boşluk ve bıkkınlıktır onları gerek topluluğa gerekse yabancı ülkelere, yolculuklara sürükleyen. Onların zihinlerinde, zihne kendi devinimini verecek esneklik eksiktir. Bundan ötürü farklı uyuşturucu maddelerle hızlandırmaya çalışırlar bu devinimi, bu yolla da pek çoğu bağımlı olur. Sürekli dış uyarıma, hem de en şiddetlisine, yani yapı olarak kendilerine benzeyenlerden gelen uyarıma gereksinim duymaları da işte bundandır. Bu uyarım olmadığında zihinleri kendi öz ağırlığı altında çöker ve kasvetli bir uyuşukluğa düşer.

Toplumculuğa ayrıca, yanyana duran insanların birbirlerini tinsel olarak ısıtması diye de bakılabilir, tıpkı çok soğuk bir havada bir araya sıkışmakla bedenlerini ısıtmaları gibi. Kendisinde epey tinsel sıcaklık bulunan kişinin yalnızca bu tür kümeleşmelere gereksinimi yoktur.

Hemen bütün acılarımız topluluktan kaynaklandığından, sağlığın yanısıra mutluluğumuzun en temel unsurunu oluşturan ruh dinğinliğini her topluluk tehlikeye attığından, dolayısıyla da epey miktarda yalnızlık olmaksızın mutluluğumuzun sürmesi mümkün olmadığından, kişinin topluluğa gereksinim duymayacak kadar çok şeye bizzat kendinde sahip olması başlıbaşına büyük bir mutluluktur.

Gençlik yıllarında insanlardan duyuğu ve haklı da olan hoşnutsuzluk onu yalnızlığa ittikçe bu yalnızlığın ıssızlığına zamanla katlanamıyorsa, ona kendi yalnızlığının bir bölümünü topluluğa giderken beraberinde götürmeye alışmasını, yani topluluk içinde de belli ölçüde yalnız olmayı öğrenmesini, dolayısıyla da ne düşündüğünü hemen başkalarına bildirmemesini, öte yandan ise onların söyledikleri üzerinde titizlikle durmamasını, ne ahlaksal ne de entellektüel açıdan bu söylenenlerden fazla bir şey beklememesini, bu nedenle de onların düşüncelerine ilişkin olarak övülesi bir hoşgörüyü hep canlı tutmanın en güvenilir yolu olan o kayıtsızlığı kendi benliğinde sağlamlaştırmalıdır.

Bundan sonra o kişi diğerlerinin arasında bulunmasına rağmen, gene de tam olarak onların topluluğunda olmayacak, onlarla ilişkisinde salt nesnel davranacaktır daha çok. Buysa onu toplulukla pek yakın temastan, böylelikle de karalanmanın ya da yaralanmanın her türünden koruyacaktır.

Yaşam Bilgeliği Üstüne Aforizmalar (Seçmeler)
Arthur Schopenhauer
Türkçesi: Güven Savaş Kızıltan
Ara Yayıncılık - Basım Yılı Ekim 1990

SÖYLENMİŞ SÖZLER

SÖYLENMİŞ SÖZLER

Son zamanlarda internet ortamında güzel sözlerle karşılaşıyor olsak da defterimde topladığım, ama kimlere ait olduklarını bilmediğim sözlerin birkaçını sizlerle de paylaşmak istedim. Belki bir yol gösterici olur size, belki hatırınızda kalır, belki de sizi etkiler düşündürür birkaçı!..

Eğer gerçeği konuşuyorsanız hiçbir şey hatırlamaya gerek kalmaz.

İyi bir günle kötü bir gün arasındaki tek fark sizin ruh halinizdir.

Eğer hoşunuza gitmeyen bir şeyler varsa değiştirin. Eğer değiştiremiyorsanız, bunları olduğu gibi sevmeyi öğrenin ama lütfen şikayet etmeyin.

Bir kişi herhangi bir tartışma sırasında öfkelenirse, artık gerçeği aramaktan çıkmış, kendisiyle savaşmaya başlamıştır.

Saadet ne acı ne de zevk tarafından rahatsız edilmeyen mutlak huzurdur.

Yalnızlık bağımlılıktır, tek başınalık ise saf bağımsızlıktır.

Zamanımızı alan insan kendisini borçlu saymaz. Ödemeye kalksa onuda yapamaz.

Aşk bir hayal, evlilik ise gerçektir. Hayal ile gerçeği birbirine karıştırırsanız, hayalleriniz bu işten zararlı çıkar.

Hiçbir vakit, öğüt verirken olduğumuz kadar cömert değilizdir.

Gerçek sevgi iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde eksilmeyendir.

Küçük kafalar kişileri, orta kafalar olayları, büyük kafalar fikirleri konuşurlar.

Gerdanımda pırlantalar olacağına, masamda çiçekler olmasını tercih ederim.

Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.

İnsanlar ağaçtan ders almalıdırlar. Ne üzerinde barınan kuşların, ne gölgesinde yatan insanların, ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar.

Gel dese de bakma cimri aşına, bir fırsat arar da kakar başına.

İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen mutludur, hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramayacaktır.

Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma! Tartmak, kıyaslamak, ve düşünmek için oku!

Güzel konuşmak için bir yol vardır; dinlemeyi öğrenmek.

Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız.

Sakladığın bir sır senin esirindir, açığa vurursan sen onun esiri olursun.

Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.

Büyük insan büyüklüğünü, kendisinden küçük insanlara karşı davranışlarıyla gösterir.

İnsanların gerçek mutluluğu sağlık ve neşedir.

Cimriler çok iyi insanlardır, ölmelerini isteyenler için servet toplarlar!

Cimrilik, zenginlik içinde fakirliktir.

Bir şeyi doğru olarak yapmak, onu niçin yanlış yaptığımızı açıklamaktan daha az zaman alır.

İnsanların en büyük kusuru kendilerini görmeyip başkalarının kusurunu ortaya çıkarmalarıdır.

Zaman geçiyor ve biz hala bunun farkında değiliz.

Benden...
10 TEMMUZ 2006

BİR SIRDI ARAMIZDA, BEN ÖLÜNCE PAYLAŞILAN

BİR SIRDI ARAMIZDA, BEN ÖLÜNCE PAYLAŞILAN

Kadınım, kadınlığımı yaşamak istiyorum. Doyasıya... Bitmez tükenmez tutkulu sevişmelerin sularında boğulmak istiyorum. Dudağı dudağıma deydiğinde, ıslaklığı her yanımı sarsın isityorum.

Gözlerimi kapadığımda, hiç aklımdan gitmeyen gecelerimiz canlanıyor bir bir gözümde, oysa ki o zamanlarda birlikte yaptığımız tek şey sevişmek derdim kendi kendime. Belki de benim ilk erkeğimdi, ilk deneyimim, ilk heyecanım.

Her gece bana sarılsın, minicik öpücükler kondursun yüzümün her bir yerine, bir sonra ki sürpriz olsun bir öncesinin ardından... Gözlerimi kapadığımda yüzümdeki mutluluk, dudaklarımdaki tebüssümle bütünleşsin, bir bir konan öpücükleri ılık nefesinde konacağı yeri beklesin...

Ne güzeldi, ne çok severdim o oyunu. Benim sevdiğimi, benim heyecanımı biliyordu ki, mutluluğum, mutluluğumuz adına her gece, her gece öpüşmelerimiz sevişmeye dönüşmesede bu oyunu oynardı benimle.

Özlem! Özlemek ne kötü, hiç gelmeyeceğini bile bile beklemek, o sıcaklığı içinde hissetmeye çalışıpta çaresiz oracıkta kalakalmak. İsteyip de yaşayamamak, o ateş sıcaklığını dokunuşlarda, ılık nefesleri dudaklarda hissedememek...

Daha ne kadar bekleyeceğim, erkeğimin erkekliğini bana hissettirmesini. Bunlar anılarda kalmamalı. Kadınım kadınlığımı yaşamak istiyorum, ilk heyecanımla.

İnsanın kendi kendine yetmemesi mi, bir dokunuşu arzu etmesi mi, bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir elin bedenimin en gizli yerlerini keşfetmesi, beni o hazzın en doruklarına tırmandırması.

Çıldıracağım!.. Ne kadar oldu bir elin sevgi yükü ile dokunması hatırlamıyorum. Kendi kendime dokunuşlarım tat vermiyor artık. İki bedenin bir beden olduğu günlerin tadına varmışken, kendi bedenim bu yalana daha fazla kanamıyor.

Yalnızım, birazdan gelecek, anahtarını anahtar deliğine sokacak, her seferinde olduğu gibi diğerini deneyerek açacak. Onu görünce heyecanlanıyorum. Susuzluğu mu, açlığım mı giderebilir mi? Paylaşmalı mıyım gençliğini? Saflığını çalmalı mıyım? Bilemiyorum. Kirletmeli miyim o temiz yüreğini, açlığım onu ne derece bozar bilemiyorum. Ama kararlıyım, yanıma çağırıp, bana dokunmasını istemeliyim. Yoksa çıldıracağım.

Aldığı sigara paketini masama koyarken, belleğimde yeri olmayan nefesini hissediyorum, ama hiç bilmediğim o nefesi arzuluyorum. Masama uzanan kolunu yavaşça tutuyor, gözlerimle gözlerini yakalıyorum. Sanırım bu bakışımın her zamanki bakışlarımdan farklı oluşunu anlıyor. Hisediyor, çekiyor kendini benden, kolunu daha bir kendime çekerek, iri mememlerime dokunmasını istiyorum. Anlamsız bakışları, ne olduğunu anlamadan bedenimde dolaşıyor o ürkek elleri. Sadece elleri yetiyor beni titretmeye, o kadar açım ki!.. Yıllar geçti üzerinden ben bile hatırlamıyorum en sonuncusunu.

Birden kendime geliyorum, utanıyorum. Utanıyor bakamıyor yüzüme, ne oluyor, neler oluyor anlayamıyor. Utancım beni yiyip bitiriyor. Özür diliyorum ondan, defalarca... Ağlıyorum, yanımdan gidiyor uzaklaşıyor, yüzüme bakmak istemiyor biliyorum. Tiksiniyor belkide benden.

Oysa ki ne sevecen “abla” derdi bana, bir daha der mi, seslenir mi, çay içermisin diye, demlisinden...


Benden…
MAYIS 2007
Bilge Hanım anısına…

CANIM ANNEM

CANIM ANNEM,

2 Şubat 2007
Bugün seni oraya bırakalı 16. gün anne. Gün geçtikçe daha bir acı koyuyor bana yokluğun.

Senin apar topar gidişinin ardından tüm seni tanıyanlar senin arkandan acımızı paylaşmak için bizi yalnız bırakmadılar. Seni sağlığında bile zaman bulup gelemeyenler, senin yokluğunda seni ziyarete geldiler. Keşke o yalnızlığını paylaşabilselerdi senin varlığında...

O ne olduğunu anlamadığımız günler yerini sessizliğe bıraktı. Hepimiz evlerimize döndük tekrar. Tekrar kaldığımız yerden devam ediyoruz anne senin yokluğunla. Buna inanamıyorum, bunu bir rüya olarak kabul ediyorum. Yakıştıramıyorum ölümü sana anne.

Bazen babama kızdığında, bırakır giderdin ya hani biz küçükken. Sanki o günlerden biriymiş gibi geliyor anne. Tıpkı döndüğünde biraz rahat edesin, biraz mutlu olasın diye evle ilgili her şeyi yaptık anne.

Ama sen bu sefer dönmeyeceksin.

Hep başkaları annelerini kaybederdi. Ben seni kaybetmeyi hiç düşünmedim. Hele şu son zamanlarda ki paylaşımlarımız daha bir arkadaş, daha bir dostça idi seninle. Nice sırlar paylaştık aramızda kalan ve kalacak olan. Kimilerine kırılmıştın oysa ki, birini bile dillendirmedin. Kimilerini çok sevdin dilinden eksik etmedin.

Ölüm kelimesi çok yavan, çok acı, çok karanlık geliyor bana kullanamıyorum, ne dilim varıyor ne de parmaklarım... Anlamını yüklenmese de yerine kullandığım kelimeler, ısrarlıyım.

Sizleri kaybetmeyi aklıma getirdiğimde sizden önce tanımadığım, duygusal olarak bağlı olmadığım birilerinin gidişi ile tanışmayı düşündüm hep. Ama sen benden önce davranıp bana bu acıyı gidişinle tanıttın.

21 Aralık 2006 sabahı hastaneye gittik güle oynaya, acılarını bir anlığına unutarak. Gidiş geliş zorlamasın diye yatarak kontrollerini yaptırmaktı amacımız. Böylesi daha iyi olacaktı hepimiz için, özelliklede senin için, ama çıkışının bu şekilde olacağı aklımızın ucundan bile geçmemişti giderken. 14 gün yoğun bakımda geçti yarı acılarla, yarı acısız. Genelde uyutulduğun söyleniyordu, solunumda zorlandığın için.

17 Ocak 2007 sabahı aradılar ablaları temsilen Elgin, “hadi gel hep birlikte burada olalım” diyerek. Anlamıştım, hiç beni çağırmamışlardı ki yaptığımız program dışı. Anlamıştım senin gittiğini, inanmadım, inanamadım, konduramadım annem gideceğine. Belki bir süren yatakta geçer sandım, bir süre seninle oluruz sandım ama annem gideceğini hiç sanmadım.

Seni gitmeden bir gün önce, yanına seni görmeye girdim, dayanamayacağımı söyleseler de, engelleseler de beni. Annemdin, acın  dayanılır hal alırdı seni görmemle. Sen canın için savaşırken nefesinde, nefesin bile yetmezken sana, sadece saçlarında gezinirken elim, dilimden düşen kelimelerin hiç birini duymuyordun. Senin yanında kalsaydım eğer daha fazla, o sesiz, sadece sesi kıran makine seslerini benim çığlıklarım, katılarak ağıtım bozacaktı zira anne. Senden özür dileyerek ayrıldım, duymadığın halde beni. Seni görmeden önce senin için hiç olumsuz düşünmezken, o anda belki de annemi bu son görüşüm olacaktı dedim.

Çok çaresizdim anne çok, senin için keşke bir şeyler yapabilseydim. Bir soluk verebilseydim kendimden. Seni istediğin yere götürebilseydim, senin o güzel narin ellerinin tırnaklarını bir bir kesebilseydim, o her zaman ağrısı dinmeyen bacaklarını ovabilseydim. Ve sen “senin elin değince iyi geliyor, hemen geçiyor ağrılarım” diyebilseydin. Seni son bir kez güldürebilseydim anne.

Ama hiçbir şey yapamadım anne, hiçbir şey.

Ne zor bilsen anne. Olmadığını bilmek, seni görememek, sesini duyamamak. Sana sarılıp sımsıkı öpememek. Annem benim, gitmek istiyorsan çabalama git dedim günlerce kendi kendime. Eğer kalacaksan da hadi bir kez daha çabala ve nefesini al, kalk artık dedim. Kendimi hep teselli ettim yazılarımla.

Sen nice acılar çekmiş biri olarak bir kez daha başarabilirsin anne. Her şeyden önce dördümüze hayat vermişsin. Seni tebrik ediyorum anne. Ben birine bile cesaret edemezken! Anne, sen onca çocuğunu da kaybetmişsin bizi yaşam verdiğin kadar. Kalk artık anne.

Onca boğazı o koca tencerelerde en azıyla en lezzetli en bereketli hale dönüştürüp, yoktan var edip, sanki sofralarımız her gün o zenginlikteymiş gibi gösteren sendin anne. Oysa ki senin tadın bulaşırdı o yemeklere. Yiyen bir daha gelip yemek isterlerdi her yaptığın yemeği. Dillere destandı elinden her çıkan iş gibi.

18 Ocak saat on buçuk, işte sen kararını verdin ve gittin anne. Yarın da hep kalacağın yere bırakacağız seni. Ben ölümü ilk seninle tadıyorum. Kötü bir duygu anne. Varsın ama yoksun, bu garip çok garip bir durum anne.

Yıllardır ölümden bahsederdin, ben ölümle alay ederdim. Hiç aklıma gelmezdi seni kaybedeceğim. Tatlı annem, acı çekmedin umarım yatağında. Yeteri kadar acıtıyordu seni her şey. Benim küçük kızımdın sen. Seni koklamak, seninle şakalaşmak ne kadar hoşuma giderdi bilir misin? Sen de çok hoşlanırdın benimle olmaktan. Gezmelere gidecektik anne...

Ne olacak anne onca sevdiğin eşyalar şimdi? Her şeyini şu an senin gidişin için kullanıyoruz. Ölüm için sakladığın yataklara nasıl yatarız biz anne. O yün yataklardan sen de sıkılmıştın biliyorum. Ama sen bu günleri yaşayarak tecrübelerine taşıdın, biliyorsun onun için bu yün yatakları kendi gidişine sakladın.

Olsun, bir süre sonra yaşam kendi seyrine dönecek, yavaş yavaş olanlar unutulacak. Tesellim benimle kırk bir yaşıma kadar beraberliğin olacak. Ben en şanslı insanlardanım anne. Benimle kaldın ya bu yaşıma kadar, teşekkür ederim sana anne. Seninle arabamıza binip gittik ya bir yerlere, gezdik ya seninle, seni istediğin yerlere götürdüm ya anne. Keşke daha sağlıklı günlerde olsaydı da bu imkanlar, daha da tadını çıkarsaydık anne.

Babam seni çok seviyor anne, bunu belki yalnız kaldığınızda biliyordun, sana hissettiriyordu ama, inan seni çok seviyor. Ben babamı böyle ağlarken ilk kez görüyorum anne. Belki de sen onu çok seviyordun da onun son kalp krizine tanık olduktan sonra onu kaybetme acısına dayanamayacağından acele ettin anne.

İnanmıyorum anne, gerçekten inanmıyorum. Gittiğine, gitmiş olacağına... Başın sağ olsun diyorlar, senin için bana. İnanmıyorum. İnanamıyorum, gitmiş olduğuna. Yoğun bakım da yatışın, o kutunun içinde oluşun ve kutu açılıp ta kımıldamadan o bembeyaz mis kokulu kumaşın içinde yatışın. O sessizliği, o donukluğu anlayamıyorum. Yine varsın, yine benimlesin ama benimle konuşmuyorsun, hareket etmiyorsun.

İnanmıyorum, inanasım gelmiyor anne.

Sanki sen hep benimle olacaktın, hiç gitmeyecekmişsin gibi geliyordu. Ne kadar yabancıydım her şeye. İlk kez o ortama senin için giriyordum. Çünkü sen vardın anne, senin beni, benim seni hissedemediğimiz andı o an. Sen ilk kez bana seslenmedin.

Seni kaybedeceğimi hiç aklıma bile getirmezdim. Gerçekten, hiç bir zaman benden ayrılacağın aklıma gelmezdi. Sana çok bağlıydım anne.

Sen bu günler için hazırladın o evi. O kaşık çatal bıçak takımını, o çok beğenip te bakmaya doyamadığın perdelerin sen yokken bile senin için orada asılıydılar anne. Senin sevgin, senin bakmaya doyamadığın perdelerin, seni temsil edercesine orada asılılar anne.

Şimdi ya size uğrayacaktım kendiliğimden, ya da daha önceden belirlemiş olacaktık. Ya da telefon açıp ya bir şey istemiş olacaktın, ya da benim için pişirdiğin çorbayı içmeye gelecektim.

Anne ben inanmıyorum hala.

Benim canım annem. Bugün mü ayrılacaktın bizden?.. İzin verseler evime gidip yalnız yapayalnız kalmak istiyorum anne. Bu dayanılmaz acıyı saklamadan ağlamak istiyorum”.

2 Şubat 2007
YENER BALTA



ACI İLE AĞIT ARASI BİR SES

ACI İLE AĞIT ARASI BİR SES

İş yerinde ki yoğun sesden midir nedir, aslında müziksiz geçmeyen bir anımı, niyeyse eve geldiğimde sesizlik kaplasın istiyorum. Zihnim yoruluyor sanrım, sesizlik istiyorum.

Televizyonun sesine tahammül edemediğim gibi, bir film izlemek için televizyonun karşısına geçtiğimde filimden çok reklam izlemek zorunda kalıyor, film süresi kadar reklam izlettiriyorlar zorla.

Yaygaracı haber sunucuları! Daha çok izlenme kaygısı ile şişirdikleri haber programları. Bazı gazetelerin üçüncü sayfa habelerinden kalır yanı olmayan, haber diye niteledikleri yetmiyormuş gibi, görüntüleri de şişirip duruyorlar tekrar tekrar. Hiç cazip gelmiyor bana. Aklı başında haberi verip geçen kanallar haber almam için yetiyor.

Sesizliği dinlemek de bazen yorucu oluyor. O yalınlığın, o dinginliğin, o yalnızlığın tanımı olan sesizliğin tam ortasını yarıp geçiyor o acı ağıt sesi! Nedir, kimdir, nedendir, bilmiyorum!..

Sokaktan geçen araba sesleri azalıyor akşamın ilerleyen saatlerinde. Zaten çok sesiz bir mahalle burası. Bir gurup göçmenin yerleşim yeriymiş bir zamanlar. Oturduğum ev sokağa bakıyor, gece ile sesizleşiyor tüm sokak. Her gece çöp aracının gelişi hariç. Bir de ramazan ayından yeni çıkmış olmanın sevinci, tüm sesizliği bozan ritimsiz davul sesi. Kamyonetin arkasına binilmiş, en düşük kilometre ile ne kadar sokağı dolaşırsak kardır deyip, geçmişin nostaljisinden eser kalmayan davula vuran tokmak sesi. Tüm sesizliği bir an için bozuyorlar.

Apartmanın giriş katında oturuyorum. Apartmana giren ve çıkanların tüm sesi olduğu gibi içerde. Kapı kapatılırken elleri arkaya dönmediğinden mi nedir, kapının bırakılma gücü ile kapanmasıyla çıkan ses yankılanıyor tüm boşlukta. Basamaklardan iniyorlar mı, çıkıyorlar mı, acelesi mi var, yorgun mu, içinde bulundukları psikolojileri anlaşılıyor atılan adımlarından. Gelenim olmayacak eminim, hiç bir sesi üzerime almıyorum.

Tam tamına üç yıl oldu benim bu eve gelişim. Güneş girmese de, ışık almasa da, ısınmada zorlansam da seviyorum bu evi. Belki de kendime ait oluşundan. Çok şanslı olduğumu da düşünmüyor değilim, bu yaşta bir ev sahibi olmak. “Babam sağolsun” lafı çok doğru burda. Sağolsunlar anam da, babam da, sağlıkla çok yaşasınlar, hayat mücadeleme katkıda bulundukları için. Yoksa bir devlet dairesine bile kapak atamayıp, özel şirketlerde bunca yıl çalışmış, dayanabildiğim kadar zorluklarına dayanmış, çalıştığım sürenin neredeyse yarı yılı kadar boşta kalmakla bu evi asla alamazdım.

Sesizliğimi bozan, tüylerimi diken diken eden, o ne olduğunu anlayamadığım sesin kaynağını çözmüş olsam da bir süre önce, dayanmak, tahammül etmek mümkün değil. Bana ne kadar yorucu gelse de, örtsün diye o sesi, duymayacağım ve dayanabileceğim yükseklikte açıyorum müziğin sesini. Dinlediğim müziğin türünün ne olduğu hiç önemli değil o an için. Yeter ki ses olsun, yeter ki örtsün o dayanılmaz sesi. Acı ile ağıt arası bir ses! Neredeyse her gece. Gecenin sesizliğinde kendini duyuran, gündüzün sesinde kaybolan o ürpertici ses! Bazen ele geçen bir nesnenin herhangi bir şeye vurularak o ürpertici sese eşlik eden tok sesi.

Parkta yürüyüş yaparken tanıştığım bir bayanla sohbet sırasında daha önce benim yan bina da oturduğunu öğrenmem üzerine de sesin kime ve neye ait olduğunu anlamış oluyorum.

Doğuştan özürlü bir çocuğunun çıkardığı acı ağıt olduğunu öğreniyorum. Her ne kadar hala her duyuşumda beni ürpertse de, o sır perdesini aralayan sesin kaynağını öğrenmiş oluyorum.

Benden...
15 EKİM 2006

ÇALI ÇIRPIDA BİR YUMURTA BİR DE BAKTIK Kİ YOK ORTADA

ÇALI ÇIRPIDA BİR YUMURTA BİR DE BAKTIK Kİ YOK ORTADA

"Alma o yumurtayı ordan, lütfen anne. 'Yumurtayı yuvasından alanın yuvası dağılır' diyen sen değil miydin? Lütfen anne söz ver bana, ben gidince de alma olur mu?" desem de o an için engellemiş oluyorum
annemi.

Ama anlamamış; yine almış yuvasından yumurtayı, her bahar olduğu gibi. "Her bahar kiraya mı vereceğim onlara ben balkonu mu?" diyor kızarak annem. Birkaç gün çıkmasa balkonuna; pislikleri, çok konan gübrenin bitkiye zarar vermesi gibi zarar veriyor balkona ve de tüm çevreye, kokusuyla, pireleriyle, görüntüleriyle...

Daha önce birkaç yumurtayı almamıştı; yumurtadan çıkarak büyümelerine izin vermişti… "Kaç kuş büyüttük yeter diyor" haklı olarak. Bütün yaz çıkmamış neredeyse evden dışarı hiç. "Yaşlandık diyor artık, dışarıyla tek bağlantım balkonum."

Yaş ilerlediği için zorunlu haller dışında çıkmıyor pek dışarı. Sıkılıyor koca evde yalnız. Her bahar olduğu gibi hava almak balkona çıkıp hava alamıyor, sıcak havalarda balkona çıkamıyor…

Kendisi de analık duygusunu çok iyi biliyor, dört çocuk büyütmüş kolay mı? Bir de torunları ekledin mi buna sayısı yok yuvadan uçup giden yavrularının, kendi yuvalarını kurmak için...

Ana yüreği dayanmıyor, geliyor ana kuş, bakınıyor çalı çırpısına. Uçup uçup giderek, sonra geri dönerek, tek tek her dalını taşıyıp, derleyip çattığı çalı çırpı yuvasını göremiyor. O küçük beyaz yumurtasını ısıtarak süresi gelince çıkaracaktı kabuğundan.

Kırılmış yumurtadan çıkan sapsarı ince tüylerin arasından görünen pembe derisini gizlemeye çalışacak tüm gövdesiyle yavrusunun, daha bir kabartarak kendisini, ana sıcaklığıyla. Gidecek, yine ucup gelecek, yavrusunun kursağına bırakacağı yemini arayıp bularak.

Nice çözümler arıyor annem, ip geriyor balık ağı misali, gazete kağıtları düğümlüyor iplerin üzerinden. Korkuluk dikmeyi düşünüyor bir ara. "Çocuk kıyafetlerinin içini doldurup, bir de baş yaparım" diyor. "Hasır şapkanı da geçirdim mi tepesine bak bakalım gelecekler mi bir daha" diyor. Sonra kendi söylediğini kendisi çürütüyor, "bu kuşlara bir haller olmuş, bizi bile dinlemiyorlar ki, biz varken bile geliyorlar yüzsüzce balkona" diyor. Hala şivesini değiştiremediği Gaziantep diliyle. "Bunların alayı hırsız ne koysam yiyorlar" diyordu. Tüm ailenin her bayramda bir arada olacağı, bayram arifesinde koli ile aldığı
yumurtaları yer olmadığından balkona koyduğu gazete kağıdı ile paketlenmiş paketi parçalayıp, gagaları ile kırıp yedikleri kaç
yumurtayı heba etmişti o kuşlar. Bayram ikramı diye tek tek özenle sardığı yaprak sarmalarının üzerindeki streci parçalayıp yemişlerdi hep. Memleketten getirttiği nice ceviz ve fıstığını saçalamışlardı kurusun diye serdiği balkonuna.

Apartmanın en üst katında olan dairelerinin yatak odasını havalandırmak için açtığı penceresinden içeri girmişti güvercin bir
keresinde. Annem bir yandan, babam bir yandan pencereden dışarı çıkması için kovalasalar da güvercini, can havliyle çıkmaya çalıştığı odadan kanadını zedelemiş olmalıydı ki bir türlü havalanamıyordu. Annem ve babam hayvanı ürkütmemek için bir gün süreyle pencere açık, odanın kapısı kapalı tutarak güvercin çıkar elbet diye beklemişlerdi. Sonunda yıllardır oturdukları evin kuş sorununa balkon ve pencerelerinin kapatılması ile çözümü bulmuşlardı. Balkonun çevresini
son zamanlara da pek rağbet gören camla kaplatıp, pencerelere de tel taktırarak kendilerini meşgul eden kuş konusunu da kıt kanaat geçindikleri emekli aylıklarının bir kısmını kuşlar için ayırarak kapatmışlardı.

Benden...
3 KASIM 2006

AYRILMAYI BİLMEK

AYRILMAYI BİLMEK

Kadın erkek ilişkisinin en önemli yanlarından birisi de “ayrılmayı bilmek” olmalı.

Nasıl geldiğini anlayamadığımız, bir an da bütün kalbimizi saran sevgi çemberi, sadece sevilen kişiye odaklanmış bir düşünce, tüm yaşantımız yaşadığımız aşk üzerine kurulmuşken. Sevginin ne kadar süreceği henüz bilinmezken, karşılıklı yaşanan aşkın bir süresi var ki o güzelim bir saniyelik ayrılıklara katlanılmazken, bir anda herşey tam tersine dönebiliyor ki, katlanılmaz anlar yerini alıyor. Her ne kadar herkes başlayan bir birlikteliğin bir ömür boyu devam etmesini dilesede.

Birlikteliğin bitmesinin en önemli yanı bu olsa gerek. Belki de kişiliklerimizin en belirgin özelliği burada ortaya çıkmakta. Hani eskiler bir insanı tanımak istiyorsan eğer; ya bir yolculukta, ya bir yemekte, ya da içki masasında anlarsın derler. Sanırım bu tanımlamalara ayrılığı da eklememiz yanlış bir karar olmaz. İnsanlar kişiliklerini saklayamadıkları, gizlenmiş bencilliklerini, yapmacık kibarlıklarını burada daha bir ele verirler. En objektif gözlemdir bu. Kadın olsun, erkek olsun bir insanın niteliklerini, yetişme biçimini, davranışlarını, yapısını, olgunluk derecesini anlamak istiyorsak, onun “ayrılırken nasıl davrandığını” görmek yeterlidir.

Bitme noktasına gelmiş bir arkadaşlık, heyecanı ucup gitimiş bir aşk, tükenmiş bir evlilik “ayrılık” aşamasına gelince kişilerin nasıl davrandığı önem kazanır.

Topluma karşı verilecek bir hesap yoktur ortada. En önemli hesaplaşma kendimizledir. Kendimizi haklı çıkarmaya çalışmadan, kendimizi aldatmadan, kendimizi yanıltmadan, dürüstçe hesaplaşabilmek. Bunu birey olarak yapabilmek için kendi kimliğimizi bulmuş olmak, kadın-erkek ilişkisini çıkar ilişkisine oturtmadan, kendi kararlarımızı verebilmek, daha da önemlisi bu kararları taşıyabilmek. Belki başka şeyler de var ama en önemlisi kendimizle hesaplaşmak böyle zamanlarda önem kazanıyor.

Yapılması ya da dikkat edilmesi gereken diğer şey de karşımızdaki ayrılmayı düşündüğümüz kişidir. Biten yanları ona fatura etmeden, biten ilişkinin yıpranışını ille de o insanda aramadan.

Yaşanmış ortak güzellikleri çamura bulamadan ayrılmayı başarabilmek, belki de insan hayatının en önemli davranışlarından biri olsa gerek.

Ayrılmakta olan kişilerin “kendilerine ve birbirlerine” vermeleri gereken hesaptan başka borçları yoktur. Hele topluma verecekleri hesapları hiç yoktur. Bunu bilmemek, insan ilişkileri için umut kırıcı. “Doğru ayrılmayı bilmemek” sevgiyi bilmemek, değeri bilmemek, insanı bilmemek belki de.

Oysa toplumumuzda yaşanan “ayrılık olgusu” bu değerlendirmeden çok uzak. İnsanımız önce “topluma hesap vermek”le yükümlü olduğunu sanıyor. Belki de böyle öğrenmiş, böyle görmüş, böyle yapmakla birşeylere tutunmaya çalışıyor.

Erdal Atabek, Kırmızı Işıkta Yürümek, Altın Kitaplar, Sayfa 173

YABANCIYIZ, HATTA KENDİMİZE BİLE!

YABANCIYIZ, HATTA KENDİMİZE BİLE!

Yakınlığın anlamı kendimizi bir yabancının önünde açığa vurmamızdır. Hepimiz birbirimize yabancıyız, hatta kendimize bile. Hiç birimiz, kim olduğumuzu bile bilmiyoruz.

Yakınlık bizi bir yabancıyla yan yana getirir. Bütün savunmaları bırakmamız gerekir ancak o zaman mümkündür yakınlık.

Korkuyoruz; eğer savunmaları, maskeleri bırakırsak; “kim bilir o yabancı bize ne yapacak” düşüncesinden de kurtulmuş oluruz. Bin bir türlü şey saklıyoruz; sadece başkalarından değil, kendimizden de saklıyoruz çoğu şeyimizi. Çünkü her türlü baskı, çekingenlik ve tabuylarla yetiştiriliyoruz.

Korkuyoruz; karşımızda ki yabancıyla aramızda biraz savunma, biraz mesafe tutmak bize kendimizi daha güvenli hissettiriyor. Ya benim zaaflarımı, kırılganlığımı, incinebilirliğimi bana karşı kullanırsa? O insanla otuz - kırk yıl birlikte yaşamış olsak bile fark etmiyor, yabancılığı hiç kaldıramıyoruz ortadan.

Hepimiz yakınlıktan korkuyoruz.

Bu karmaşık bir sorun, çünkü hepimiz yakınlık istiyoruz. Hepimiz yakınlık istiyoruz, aksi halde bu evrende yapayalnızız; arkadaşsız, sevgilisiz, güvenip yaralarını açabileceğimiz hiç kimse olmadan. Yaralar da açılmazlarsa asla iyileşemezler. Gizlendikçe daha tehlikeli olur, kansere dönüşürler.

Yakınlık temel bir ihtiyaç; hepimiz onun özlemini çekiyoruz. Bir taraftan karşımızda ki insanın bize yakın olmasını, savunmaları bırakmasını, kırılganlığını ve yaralarını göstermesini, maskelerini ve sahte kimliğini bırakıp çıplak kalmasını istiyoruz. Öbür taraftan da yakınlıktan korkuyoruz; yakın olmak istiyoruz ama kendi savunmalarımızı bırakmıyoruz.

Dostlar, sevgililer arasındaki çelişkilerden biri bu: Hiç birimiz savunmayı bırakıp çıplak ve içten olmak istemiyoruz ama hepimiz yakınlık istiyoruz.

OSHO, Yakınlık, 1. Basım, Önsöz