7 Eylül 2010 Salı

ŞEKER BAYRAMI

ŞEKER BAYRAMI

Ne mutlu ki bana bir gün olsun kendimi inancım uğruna aç bırakmadım.

Bu konuda anneme ve babama bir kez daha teşekkür ederim.

İyi ki aydın bir babanın kızıyım. Ne mutlu kendimi şanslı sayıyorum.

Koca bir ayı geride bıraktık. Hani diğer ayların sultanı olan, ramazan ayını.

Kutsal olan, mübarek olan, özel çok özel olan...

Her ne kadar çağa uymasa da bu ay, her ne kadar zorlansa da tutanlarımız oruçlarını, inançları uğruna, Allah adına zor olanı kolay kılarak bitiriverdiler.

İster istemez tutan da tutmayanda bayramı birlikte kutladı. Özel yöre yemekleri yendi, şekerler, tatlılar ikram edildi evlere gelen misafirlere. Büyükler ziyaret edildi, küçüklere sembolik bayram harçlıkları verildi.

Uzun zamandır alan değil veren oldum bayram harçlıklarını. Yaşım ilerledikçe kazandığım paradan bayram harçlığı olarak, gözümün önünde büyüdüklerini izlediğim dünya tatlısı yeğenlerime harçlıklarını vermeliyim diye düşündüm.

Kimimiz bu üç günlük bayram tatilini başına sonuna denk gelen hafta sonunu da birleştirerek fazladan tatil günleri olarak değerlendirip, orucumu da tutarım, denizime de giderim mantığı ile gidiverdik sahillere...

İş çıkışlarından bir saat sonrasına denk gelen iftar saatlerinde yaşanılan trafik karmaşası dayanılır gibi değil. Sanki anlaşmış gibi daha fazla kazaların olduğu şehir içi trafiklerde yolda olmak çekilmez hal alıyor. İftar sofrasına yetişmek için trafikte hiçe sayılan kurallar, kırmızı ışıkta geçmeler, ters şeride bile, bir sonraki kavşağa kadar geçebilen sürücüler, inanılır gibi değil!

Hele hele kolay paranın kazanılmak istenildiği şu zamanda "geleneği yaşatmak" adına gecenin o sesiz, derin karanlığında davula vurulan ritimsiz tokmak sesleri... Eline, "mahallenizin davulcusu biziz" belgeli kâğıtlarla gelen insanların bahşiş toplama telaşı. "Beni uyandırdığınız için size, üstüne bir de para mı vereceğim?" diye çevirmeyi çok istediğim davulcular, ramazan davulcuları...

Adı her ne kadar Ramazan Bayramı olsa da kaynağı nedir, nasıl çıkmıştır bilmediğim Şeker Bayramı diye yinelenmiş ismine birkaç yerde çoğu kez itiraz edenlere bile rastladım.

Kapı kapı dolaşıp ne amaçla yaptıklarını bilmeyen mahallenin çocukları kollarına taktıkları naylon poşetlere, ağızlarına yapışmış; "Ramazan bayramınız mübarek olsun," lafıyla kapıları çalan çocuklara; "Sizin de kutlu olsun," deyip kapımdan savmak en güzeli. Zira bizim toplumumuzda kapı kapı dolaşan çocukları henüz ağırlayacak bilinçte insanlarımızın olduğunu sanmıyorum. Kapı kapı şeker toplayan çocuklardan birkaçı kaybolmuş, bir daha da haber alınamayan çocukların ana babalarının yüreği parçalanmıştı.

Bu ramazan ayında belediyeler tüm halkın davet edildiği, açık alanlarda 50-70 bin kişilik iftar sofraları kurdular. Ankara İstanbul arasında bir yarış söz konusuydu. Özel afişler bastırılmış, "çocuğunuzu da getirin" diye özellikle belirtilmişti. Bu davetten haberim olduğunda bütün Ankara anlaşmış gibi gitse ne güzel olur dedim. Onca insanı nereye sığdırırlar, ne yedirirler diye haince bir düşünce aklıma gelmişti. Belli bir kesimin geleceği zaten baştan belli bir iftar sofrası...

Araba ile girmediğimiz Atatürk Kültür Merkezi'ne yaya olarak bile girmek neredeyse imkansızdı. İnsan seli diye buna denirdi. Kimse kimsenin yürümesi için kolaylık sağlamıyor, herkes önceden gidip yer ve yemek kapma derdine düşmüştü.

Atatürk Kültür Merkezi'nin arka yolunu bir baştan diğer başına kadar yürümüştük. Her iki başta bulunan kapıdan akın akın insanlar hala girmekteydi içeri. Masaları görünce aklım almadı, nasıl bir kalabalıktı bu böyle! Tek tek insanlara bakmak, tek tek insan profillerini izlemek, her birinin yüzündeki ifadede neler gizli anlamak isterdim. Açlıklar, acılar, çileler, yoksulluklar, çaresizlik insanların üzerlerine sinmişti. Bunca insan ne zaman, nereden nasıl gelmişti, hayret ettim.

Üzeri kocaman "evet' yazılı yemek kutuları her kişinin önünde yenmeyi bekliyordu. Plastik masa ve sandalyelerde boş olan tek yer protokol kısmı idi. Başbakanın da katılacağı bu akşam yemeğinde bir bakıma bir öğün karnını doyurmak için de gelenler mutlaka vardı. Çoğunluğu belediyenin özel olarak düzenlenen seferleri ile mahallelerinden alınıp, yemek bitimi evlerine yine bu servislerle bırakılmak üzere anlaşmalı bir davetti.

Kutuların içerisinde kavurma, pirinç pilavı, kahvaltılık üç beş bir şeyler, söğüş bir iki sebze, baklava, ekmek ve sudan oluşan yiyecekler vardı. Her zamanki gibi, "bedava sirke baldan tatlıdır" mantığı ile dağıtılan yemek ve suların çevresinde izdiham yaşanıyordu. Biraz ileride sesler yükselmiş; uzun etekli, tülbentli kadınlar yerde küçük boy su kolisini hoyratça kendilerine çekerken, patlayan naylon ambalajla çevreye yayılan plastik kaplı sular herkes tarafından çoktan kapışılmıştı.

Dev hoparlörlerden yayılan tasavvuf müziği birden yerini ezana bırakmış, havaya bir sessizlik çökmüştü. Edilen dua sonucu yemekler yenmiş, başbakanın ne dediği pek seçilmeyen konuşması kalabalığın arasına kaybolmuştu. Yemek sonrasındaki karmaşa ve çevreye yayılan boş ambalajlar görüntü kirliliği yaratmıştı. Kimisi mavi çöp poşetlerine arta kalan yemekleri, kimisi ekmekleri toplamış, kimisi de dağıtılan tişörtüyle, şapkasıyla, elinde tuttuğu döviziyle kendilerini almaya gelecek olan otobüslere doğru yönelmişlerdi.

İtişmeler... Bağrışmalar... Karmaşa... Bir kısım gencin futbol takımı için attığı sloganlar, diğer yanda altüst olmuş trafiği kesen yayalar... İşte; aslında yaşadığımız toplumun insan profili bu dedim içinden. Üzüldüm hem de çok...

Gazete manşetlerinde, köşe yazılarında sık sık rastladığımız bir torba kömüre, bir torba yiyeceğe bilinçsizce yönlendirildikleri, verdikleri kararların kendilerine daha çok açlık ve daha çok sefalet getireceğini bilmeden yaşıyorlardı.

Yener Balta, 6 Eylül 2010

xxx

Sevgili Yener,
Önce sevgiler...

Güzel yazılar bunlar,
Sende bu yetenek doğuştan var.

Umarım bırakmazsın bu işin peşini.
Böyle dile getirirsin, yaşadıklarını , gördüklerini...

Başarılar sana...
Bu yazma işini sekteye uratma...

Hayri Balta, 7.9.2010

5 Eylül 2010 Pazar

OKUNMUŞ GAZETELER

OKUNMUŞ GAZETELER

Ne çok rüzgarda savrulur, ne çok kullanılır amacı dışında... Günlük haberleri, gündemde olan gelişmeleri, genelde de ilanların verildiği basılı yayın organı gazeteler...

Bazen fakirlerin sofrası olur! Sağdan soldan bulunan mürekkep kokulu gazete kağıtları peyniri, ekmeği, zeytini misafir eder üzerinde. Bazen en acıklı haberlerin yer aldığı sayfalara göz atarken, lokmaları yutarken anlamsızlaşır, lokma düğümleniverir boğazında insanın. Kimi zaman, zamanında okunmamış haberler çok sonra okunur, duygulandırır.

Gazete köşelerinde fikirlerini söze döktüler diye nice canlara kıyılmış, Ahmet Taner Kışlalı'yı, Çetin Emeç'i, Uğur Mumcu'yu, Muammer Aksoy’u, Turan Dursun'u, fikirleri uğruna kaybetmişizdir.

Hatırlarım bugün gibi. Küçüklüğümde bizim eve babamdan dolayı çok gazete girerdi. Köşe yazısı yazdığı gazete, okumak için aldığı gazeteler, geriye dönüp bakabilmek için belli bir süre atılmaz biriktirilirdi. O zamanlarda mahalleden geçen el arabalı gazete toplayıcıları gazeteleri ahşap mandalla değiştiriverirlerdi. Zira okunmuşu kadar okunmamışı da kıymetliydi.

Annem dikiş dikerken parşömen kağıdı bulamadığında patronlarını gazete kağıtlarına çıkarırdı. Prova yaparken gazete kağıtlarını birbirine iğnelediğinde kağıttan elbise gibi dururdu prova yaptığı kişinin üzerinde. Hoşuma giderdi.

Çocukluğumuzda gazete kağıtlarını su ve mobilya tutkalı ile hamur yapıp, minik heykeller yapar, üzerlerini boyardık. Kim daha iyi yapacak yarışırdık...

Henüz toplum olarak ayrıştırarak atıklarımızı toplama gereği duymuyoruz. Çeriçöpü toplayıp bir arada atıveriyoruz. Sadece çöpe mi, sağa sola... Belediyelerin hummalı oy toplama yatırımlarının dışında sorumlu oldukları bölgelere farklı atıkları, farklı kutulara koyma alışkanlığını topluma aşılayamadılar. Bu sadece belediyelere düşen sorumluluk da olmasa gerek tabi. Her birey kendi üstüne düşen sorumluluğu ve eğitimi almış olsa, şimdiye biz de belli bir kültür seviyesine ulaşmış olacaktık.

Sık sık gördüğümüz aynı manzaralar, trafik kazası sonucunda metal yığınların arasından çıkarılan cansız bedenlerin üzerlerini örten gazeteler... Aynı gazeteler bir gün sonra aynı olayı haber yapacaklar belli ki, ne acı...

Çok iyi hatırlarım çocukluğumda okunmak için alınmayan, okunmak için istenmeyen gazeteler, ne zaman baca temizlenecekse, ne zaman birileri evini taşıyacaksa, boya badana yapılacak evlerin vaz geçilmezi haline gelirdi. Hele hele sobayı tutuşturmak için vazgeçilmez gazete kağıtları kış aylarında pek kıymetlenirdi.

Bizim küçüklüğümüzde pazarlar vardı. Öyle marketlerde meyve sebze bölümü yoktu. Çünkü market yoktu. Pazara göre oldukça pahalı manavlar olsa da belli bir kesimin yaklaşamayacağı fiyatlarda satılırdı meyve sebzeler. Haftada bir kurulan pazarlara gidilip alınan meyveler sebzeler, gazete kağıdından yapılmış kese kağıtlarına konurdu.

Bazen gemi olur suda yüzdürülen, bazen de güneşten korur başına takanın gazete kağıdından yapılan şapkalar...

Sırf satılsın diye, okunsun diye, yanında verilen promosyonlar, kupon karşılığı verilen ürünlerle, açılan bayilikler. Tenceresi, tavası, bardağı çanağı... Gazeteye ne kadar uymayan şey varsa yanına iliştiriliverip satılmasını sağladıkları gazeteler...

Her gazeteye bir tıkla ulaşılabilen sanal gazeteler...

Eski mürekkep kokulu, klişelerle dizilen gazeteler eski eserlerin arasında yerini alalı çok oldu. Tarihin tozlu kokusu, tarihin izlerini taşıyan neredeyse babalarımızla, dedelerimizle yaşıt gazeteler...
Yener Balta, 3.8.2010

x
Yener,
Güzel oluş,
Ellerine sağlık.

Yazınız aşağıda,,
Başarılar sana...
HB. 4.8.2/010
x

23 Temmuz 2010 Cuma

YAŞAM ACI

YAŞAM ACI

Döndü aradı telefonla, "gelemeyeceğim abla, hoş gör beni bugün" dedi. "Hayırdır, ne oldu Döndü Hanım" dedim.

"Aman sorma abla" dedi, "derdim azmış gibi, bir dert daha geldi başımıza" dedi. "Ablamı kocası yakmış, asıl evlendiği gün yanmıştı ablam. Üzerine kaynar su dökmüş, şimdi ablamın yanına gideceğim" diyerek gerekçesini bildirip kapatmıştı telefonu.

Döndü'nün kaderi kötü yazılmıştı, kendi derdi azmış gibi bir de ablası çıkmıştı. Evlere temizliğe giderek, evinin sorumluluğunu üstlenmişti. Gençti, babası küçük yaşta evlendirmişti. Üstüne üstlük üç oğul sahibiydi. En büyükleri 18 yaşındaydı, ortanca oğlu özürlü doğmuştu, en büyük yük onun sorumluluğu idi. En küçük oğlu ise ilkokula gidiyordu.

Kader diye buna denirdi, başkalarının evlerini temizleyerek para kazanmak o kadar da iyi bir şey değildi.

Bir gün, bir sabah bana geldiğinde yüzüme bile bakmadan başı yerde ayakkabılarını çıkarıp, yanında getirdiği giysi torbasını alelacele açıp iş kıyafetlerini giymeye başlamıştı. Yüzünü benden saklamaya çalışıyordu.

"Çayını dolduruyorum Döndü" diye mutfaktan seslenmiştim. Bir bardak çay içip hatırını sorup işe gidecektim ben de. Yüzüne baktığımda morun ve kırmızının bin bir tonu birbirine karışmış, gözü kan çanağına dönmüş, yanak diye bir şey kalmamıştı. Hayretler içerisinde kaldım, ne büyük bir darbe almıştı yüzüne, gözüne.

"Hayırdır", dedim.

Beni cevaplamadan yüzünde beliren ifade her şeyi anlatmıştı. "Daha ne olsun abla, bizim adam" dedi, "yine başladı, ne iyi bir süredir benimle uğraşmıyordu"...

"Peki ne oldu daha bu kadar sana vurabildi". Hiç, hiçbir şey, anlasam hatam olsa neyse, durup dururken bağırmaya üstüme yürümeye, sonra da bana vurmaya başladı. Çocuklar korumaya kollamaya çalışsa da, çocukları da sağa sola savurunca bir kıyamet koptu.

Çalışmaz, içer, tüm parayı elimden alır, üstüne üstlük boşanmaya kalksa daha bir hiddetlenir dövermiş Döndü'yü... Üstüne üstlük kocası, kocalık görevini yapmayıp, başka bir kadınla ilişkisi olduğunu da gizlememiş, bunu da söylerken Döndü'yü bir iyice incitmişti. Her gelişinde içi doluydu. Avukatlık ücretini çıkaramamaktan yakınır, dertlenirdi. Yol göstericisi bilirdi beni. Anlaşmalı boşanmayı önermiştim. "Bazen yanaşır, bazen yanaşmaz bu fikre" abla diyerek çaresiz kalakalır.

Döndü'ye yapacağım en iyi destek, ne kadar temizlik için evine kadın alan çevrem varsa önermek olmuştu, neredeyse benim bütün çevremin temizliğine Döndü gelir olmuştu. Herkes yaşadığı çileyi az çok bilirdi. Kimseler sormazsa ağzını açmaz, sıkıntısını içinde saklardı.

Bunca çileye, bunca ekonomik sıkıntıya, bunca aldatılmaya karşı direnen kocasını nasıl olduysa ikna etmiş, çocukların babasız kalmasını, istedikleri zaman nasılsa birbirlerini görebileceklerini çözüm olarak bildiğinden artık bu iş bitmeli deyip boşanma işlemlerine başlamıştı.

Bir sonraki temizliğe gelişinde üzerinden büyük bir yük kalkmış, rahatlamış, neredeyse uçarcasına hafifti. Kocasından ayrılmıştı, en büyük sıkıntıyı üzerinden atmıştı. Çocuklar babalarının gitmesini kabullenemese de kendine kalacak bir yer bulacaktı.

Bir sonraki gelişinde kocası merdivenlerden inerken belini incitmiş, uzun süre kımıldamadan yatması gerekmiş, bakacak kimsesi olmadığından çocukların büyük ısrarları sonucu evin baş köşesine yatırmışlar. Kocası onca acının içinde alınan karardan pişmanlık duysa da yine ailesinin yanında, evinde olmaktan o an için mutlu olduğunu her hareketi ile belirttiğini söylemişti. Son pişmanlık fayda etmez diye boşa dememişlerdi.

İyileşmiş, zamanın geçmesi ile koca aynı koca tavrına başlamış, polis zoru ile evden çıkarmıştı, birlikte olduğu diğer kadın evine sığdırmamış, ancak anasının babasının köydeki evine dönmek zorunda kalmıştı.

Temizlikte olduğu günlerden birinde oğulları evde iken polisler eve gelmiş, babalarının boşandığı halde eve gelip gittiğini soruşturmuşlardı. Telaşla beni aradı, "polisler gelmiş, kocamı sormuşlar, çocuklarda ara sıra gelip bizi görür demişler. Ne diye ararlar, ne diye sorarlar!.." diye telaşlı hali ile verdiğim cevapla az çok rahatlamıştı. "Onlar boşandığından, sigortan olmadığından babandan kalan maaşı aldığın için gelmişlerdir. O devletin yeni uygulaması, zira birçok kadın, kocasından boşanıp babasından kalan maaşı almak için bu yola başvuruyor. Resmi olarak boşanıp, birlikte yaşantılarını sürdürüyorlar. Devlet bu işi sıkı kontrol altına almış durumda, korkma, kaygılanma bunun için gelmişlerdir" dediğimde bayağı rahatlamıştı.

Döndü'nün kaderi bu şekilde yazılmıştı. Yazısı kara idi. Çileli yaşamında kendisini daha neler bekliyordu, kim bilebilirdi.

"Abla, perdelerini de yıkayayım bu geldiğimde, duvarlarını sileyim ha ne dersin?" deyip, yaptığı rutin işlerin yanında benim en üşendiğim ve hiç bir zaman yapmayacağım işleri yapmak için can atardı.

Yener Balta, 23 TEMMUZ 2010

x
Yener Hanım,
Vardır sevgim...

Öykün yine güzel olmuş,
Baban seninle gurur duymuş...

Sana bu işte gelecek var...
İsterse her gün böyle güzel
Öyküler yazar...

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler sana...

Av. Eren Bilge Balta, 23.7.2010
x

Merhaba Yener,
Yeni hikayen "Yaşam Acı" da çok güzel. Tebrikler. Devamının da bekliyorum.
Selam ve sevgiler... 23.07.2010
O.O.
x

cok guzel olmus teyze, ellerine saglik, oburunu de cok begendim, yazik olmus kucucuk kopege.
cok optum seni
Gigi

8 Temmuz 2010 Perşembe

EN İYİSİ GİTMEKTEN VAZGEÇMEK

EN İYİSİ GİTMEKTEN VAZGEÇMEK

Her zaman yurtdışına çıkma hayali ile yaşamıştım. Pek gerçekleşeceğini sanmasam da benim için çok uzak olan bir ihtimali bir yıl içerisinde iki kez yurtdışına çıkarak gerçekleştirmiştim. Hem de çok mutlu olmuştum. Farklı bir ülke, farklı bir yer, farklı kültürler. Yaşayarak görmek başka olacaktı.

Bir üçüncü yurtdışı çıkışım için gereken evrakların hazırlık aşamasında yaşadıklarım, gitmekten bile vazgeçirecek aşamaya getirdi. Daha önce çıkışlarımda da aynı sorunları yaşasam da tur ile çıktığımdan çektiğim eziyet şu ana kadar yaşadığımdan daha hatırı sayılırdı. Her hangi bir bağlantım olmadan turist adı altında yurtdışına çıkacaktım. Uçak biletini alarak, kararsız kalışıma netlik kazandırmış oldum.

İkinci ve en önemli işlem olan nerede kalacağımdı. Orada yaşayan arkadaşlarımın bana davetiye çıkartmaları çok zor olacağından, bir otelde yer ayırma girişimlerinde bulunduk. Uzun uzun yazışmalar sonucunda, ilk üç gün tek kişilik odada, son iki gün için de altı kişilik oda da yer olduğunu bildirmişlerdi. Gideceğim ülke Türk vatandaşlarına pek sıcak bakmadığından bu üç ve iki gün ayrı odalarda kalmamda sorun çıkarabilirler diye uyarılmıştım. Sonun da elektronik posta ile yerim ayırtılmış, gittiğim gün ister kalabileceğimi, istersem küçük bir miktar ödeme yapıp, kaydımı yaptırıp kontrole gelen polislere orada kaldığımı belirteceklerdi. Daha önce gidenlerin hatırlatmaları ile sayısız karşılıklı yazışmaların dökümünü de hazırladığım evraklara iliştirecektim.

İnternetten araştırdığım danışmanlık şirketlerinde yazılanları okuyunca, bu işin nasıl üstesinden geleceğimi tam olarak anlamış değildim. Kimisi şahsen başvurmalısınız derken, kimi bize her şeyi hallederiz, siz sadece randevu gününde bizzat gitmelisiniz diyerek kafamı karıştırmışlardı. Bir üçüncü danışmanlık şirketinden aldığım bilgi en doğrusu olsa gerek ki, telefonla en kısa zamanda elçiliği aramamı, hatta bana aramam gereken numarayı vererek yardımcı olmuştu. Ben de o zaman danışmanlık şirketleri ile bir işimin kalmayacağını söylediğimde, özel kaza ve sağlık sigortanızı biz yapacağız diyerek açıklamada bulunmuştu.

Kafam iyice karışmıştı, internetten farklı farklı aldığım gerekli evraklar listesini karşılaştırdığımda, benden çok şirketime ait bilgileri hazır etmem isteniyordu. Son geçerlilik tarihleri, asılları, fotokopileri derken işin içinden nasıl çıkacaktım.
Verilen elçilik telefonunu aradığımda kredi kartımın ve pasaportumun konuşma sırasında yanımda olması isteniyordu, bu bilgiyi operatörden alıp umutsuzluğa düşmüştüm. Hafta sonu olduğundan telefon aramamı iki gün ertelemiştim.

Aradığımda aynı uyarıları tekrar dinleyip, telefon karşısındaki yardımcı olacak elemanla konuşmaya başlamıştık. İlk sorduğu şey kredi kartımdı, ardından kredi kartı bilgilerimi alıp, kesilecek olan 23 TL. başvuru için gereken ücreti almış bulundu. Pin numarası başvuru esnasında geçerli olacağından bir numara verildi. Bunu bir yere yazmam istendi. Ardından kişisel bilgilerimin tümü tek tek soruldu, teyit etmek için bir kez daha tekrarlandı, tekrarlatıldı. Ne için çıkacağım soruldu, biletimin alınıp alınmadığını, pasaportumun geçerlilik süresinin ne olduğunu, evli miyim, bekar mıyım, ne ile geçindiğim, okul ile bir bağlantımın olup olmadığını, ne kadar bir süre kalmayı düşündüğümü, bu ve buna benzer soru zinciri uzayıp gitmişti.
En sonunda benden istenen belgelerin neler olduğunu tek tek, zır cahil bir insana anlatır gibi anlatmış, bir de teyit etmek için sık sık geriye dönüp bana sormuştu. Konuşma sırasında tek tek söylenenleri not etmiş, önemli olan yerleri belirtip beni uyarmıştı. Uçak ve kalacak yerlerin orijinal kağıtlarını istendiğini söylemiş, benzer bir belgeyi kabul etmeyeceklerini, geriye dönüp tekrar bu işlemleri baştan yapabileceğimi hatırlatmıştı.

Ben tümünü elektronik ortamdan halletmiştim. Uçak biletinin oluru yoktu. İnternetten üzerinden, yabancı bir havayolundan alınmıştı. Arayıp konuşmam gerektiğini belirtmişti. Otel rezervasyonu için bana yardımcı olana arkadaşımı aramış, en kısa zamanda imzalı, soğuk kaşeli ve kalacağım günleri belirtir dökümünü yollamasını istemiştim. Aldığım randevu gününü bir hafta ileri erteletmeyi son anda akıl etmiştim. Otel rezervasyonu olmadan gitmem eksik evrak olacaktı ve başvurum kabul edilmeyecekti. Pasaportumun en az altı ay geçerlilik süresinin olması, kaşe ve imza için boş sayfalarının olup olmadığını, gerekli olan birkaç sayfanın neler olduğunu belirtip fotokopisi ile orijinalini yanımda getirmem belirtilmişti.

İnternetten ya da şahsen gittiğimde Şengen vize talep formu ve ekteki beyanname isimli formları çok dikkatli ve gerçeğe uygun biçimde doldurmamı istemişlerdi. İki adet vesikalık fotoğrafın milimetrik ölçülerini verip birinin formun üzerine, diğerinin de pasaportun ön yüzüne ataçla ataçlamamı istemişti. Seyahat ve sağlık sigortasının çok kapsamlı olması gerektiğini, kaç günü kapsadığını aslının ve fotokopisinin olması gerektiğini bildirdi.

Yorulmuş ve sıkılmıştım. Zaten daha önceden oluşturduğum listedeki evrakların hazırlığı geçersiz olmuş, yeni uzun bir liste oluşturuyordum.

Üzerime kayıtlı ne kadar malım, mülküm, param varsa belgelerinin orijinallerini ve fotokopilerini belirtmiş, nüfus müdürlüğünden tam teşekküllü vukuatlı nüfus dökümü aslı ve fotokopi olarak istenmişti. İş yerimden vize talep belirten izin belgesi, çalıştığımı süreyi belirten belge, işe giriş bildirgesi, en son maaş bordrosu aslı fotokopisi diye belgeler sıralandırılıyordu.

Elçiliğe geldiğimde 2-3 nolu kapılardan girmem gerektiğini eğer gününde ve saatinde gelmemem durumunda yaptığım 60 Euro'nun geçerliliğinin kalmayacağını ve altmış Euro'yu bozuk olarak bulundurmamı belirtmişti. 20 dakika önce gelip UPS Kargo uğrayıp daha sonra pasaportumun adresime kargo ile geleceğinden 13 ila 18 TL. kargo ücreti paranın yanımda olmasını bildirdi. Yanımda hiç bir eletronik eşyanın olmamasını önemle belirtip, cep telefonu, dijital fotoğraf makinesinin bırakılabilecek bir emanet yerinin olmadığını söyledi.

İş başa düşmüştü. Bütün evraklar tekrar elden geçecek, gereklileri istiflenecek, kalan belki gerekebilir diye ayrı bir dosyada toplanacaktı. Otel ve uçak rezervasyonlarını beklerken, hazırlamam gereken diğer kâğıtlar için bankadan başlamıştım.
Tam teşekküllü vukuatlı nüfus dökümü için Nüfus Müdürlüğü'ne gittiğimde henüz mesai yeni başlamıştı. Gördüğüm kalabalık beni şaşırtmıştı. Ne çok işi düşen vardı. Bahçede, kapıda, koridorda, kapı aralığında, merdivenlerin basamaklarında, bankların önünde bekleyen onca insan kalabalığı, içerideki her hangi bir havalandırmanın olmayışı ile ağır havayı numaratörden numara alana kadar teneffüs etmiş, kendimi dışarı atmıştım. Giriş katındaki bulunan tuvaletin keskin kokusu bir anda havada estiriyordu. Tuvaletin kapısını kapatmak, görevliye sık sık gereken temizliğin yapılması gerektiğini uyarmak istesem de vazgeçtim.

Benden önce aynı işlem için on kişi vardı. Sıramı bir içeri girerek, bir dışarı çıkarak beklemiştim. Hiç beklemediğim çabuklukta kâğıdı almıştım. Babam, annem, ablalarım ve benimle ilgili bütün dökümler maddeler halinde sıralanmıştı.

Bankadan hesabımda olan miktarı belirtir kâğıdı almak için tam tamına benden önce otuz yedi kişinin işlemini yapmasını sabırla bekleyecektim. Bir üst kata çıktım, tümü emekliden oluşan memurların yüzlerine tek tek baktım. Çileli yüzler dedim kendi kendime. Üstlerinde başlarında yoktu. Yüzlerinde bir umut yoktu.

Tam karşımda oturan emeklinin sol yüzüne felç inmiş, gözlüğünün sol tarafı alnına yaklaşmıştı. Gözü çukuruna kaçmıştı. Ağzı sol tarafa kaymış, benimle konuşmaya başlamıştı. Anlattıklarının birini bile anlamamış, kendisini dinlemeye çalışsam da olmamıştı. Neyse ki yanına başka bir emekli oturmuş, ona anlatmaya başlamış, benden daha sohbet sever biri ile karşılaşmanın sevinci içinde konuşmayı yoğunlaştırmışlardı.

Yanıma gelen emekli teyzem aradığı cep telefonu ile aralarında sorun olan kişinin kendisini görmeden gittiğini, "düğün olmuş mu düğün?" sorusuyla sorununu karşı taraftaki konuşanla paylaşmaya dalmıştı.

Torunları olsa gerekti, biri kız çocuğu diğeri oğlan, elleri göğüs hizasında bir sağa bir sola daha sonra çift elleriyle birbirlerinin ellerine vurarak kendi dünyalarında oyunlarını oynuyorlardı.

Başka bir masanın önünde oturan emekli, bayağı yaşlı idi, birden yere dağılan iki yüzlük paraların ayağına, masanın altına yayılması ile tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Kendisine yardımcı olan memur tek tek paraları toplayıp istiflemiş, sayması için tekrar eline vermişti. Sayamıyordu, ya unutuyor, ya karıştırıyor tekrar baştan başlıyordu. Karşımda oturan iki emekli sohbete ara verip, "gidecek şimdi eve, eline bir yirmilik tutuşturacaklar, gerisini elinden söke söke alacaklar, yaşadığı sürece de köpek muamelesi yapacaklar", diyerek kendi düşüncelerini yaşlı emekli için aktarıvermişti.

Telaşlı hali, ne yapacağını bilmez bir bayan koridorun önünde çalışan memura, " hemen aramam lazım" deyip, telefon numarasının aklında olmadığını, çantasını karıştırıp, "hemen iptal ettirmeliyim, her şeyimi çaldırdım" demesiyle telaşının nedenini anlayıvermiştik.

Bayan banka memurlarının giyimlerindeki titizlik ve abartı benim giyim anlayışımdan çok uzaktı. O uzun ince topuklu ayakkabılarının üzerinde salına salına yürümeleri, yerlerinden kalkıp işleri için yöneldikleri yerlere gidişindeki süzülüşleri yaptıkları işin ne kadar acelesiz olduğunun habercisiydiler.

Numaram gelmiş, benimle ilgilenecek olan masanın önündeki sandalyeye oturmuş, derdimi anlatmıştım. Hemen başımda dikilen emekli derdini birkaç kez anlattıktan sonra, "görmüyor musunuz, müşterim var, işlem yaptırmasanız da, sorunuzu şu anki müşterimden sonra yanıtlayabilirim", diyerek biraz kaba, biraz nazikçe söyleyivermişti.

Kâğıdımı almış çıkmıştım. Üzerimden küçük bir ağırlık daha kalkmıştı. Şimdi sıra vesikalık fotoğrafa gelmiş, sevimsiz bir karede yüzümün donukluğu beliriverecekti. Neyse ki yapmacık gülüşler, hafif sağa, biraz aşağı başımı eğmeyecektim. Gerilmeden fotoğrafımı çektirmiştim.

Paramı ödeyip çıkacakken, belli ki aralarında yaş farkı çok olan anne ile kızın girmesi dikkatimi çekmişti. Anne zor duyuyor olsa gerekti ki, "evladım bizi geri gönderdiler, bu fotoğrafta alnı kapalıymış kızımın, tekrar açık hali ile istiyor elçilik", diyerek açıklamada bulunmuştu. Fotoğrafçının açıklamasını duymayan anne, "efendim" dediğinde, kızının sert ve kaba bir şekilde adamın dediklerini tekrarlaması ne kadar tahammülsüz olduğunun kanıtıydı.

İş yerimden, muhasebeden kalan evrakları toparlamam gerekti. Tek tek listeye bakıp, buluşma gününde nelerle karşılaşacağımı hatırladıkça, gitmemin pek de lazım olmadığını, gerekirse yaptığım harcamaları sineye çekip gitmekten vazeçebileceğimi, kendime telkinde bulunarak olabilecek olumsuzluklara karşı hazırlamıştım.

YENER BALTA
6 TEMMUZ 2010

x
Sevgili Yener,
Öykünüz ne kadar övülse değer.

Çok güzel anlatmışsın şu bürokrasiyi...
Ben olsam çekmezdim bu kadar eziyeti...

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana...
H.B., 6.7.2010
x

20 Haziran 2010 Pazar

NELER YAŞANIYOR?

NELER YAŞANIYOR?

Gecenin o sessizliğinde, sokak lambalarının aydınlattığı caddenin loş karanlığında, kaldırım kenarındaki ağacın altında bulunan hareket dikkatimi çekmişti. Bu bir kadındı. Bu saatte bu kadar ıssız bir caddede yaya trafiğinin hiç olmayacağı bir yerde bu kadının işi neydi? Siyah mini etek, ince askılı bir bluz, üzerinde eyreti durduğu topuklu ayakkabıları, yerinde duramayan kaba bir vücut. İri, uzun, koca cüsse kadından çok kaba yapısıyla erkeği andırıyordu. Başının üzerinde her kadının ipeksi yumuşaklığından yoksun yapay bir saç yığını vardı. Belli ki peruktu. Bu bir erkekti.

Gördüğüm bu görüntü, gecenin bu saatinde pek de garipsemediğim bir durumdu. Bizlerde bu tür işten para kazanan insanların belli bir saat sonrasında mekânlarının sokak olduğunu pek tabi biliyorduk. Garipsediğim tek şey yaşam alanına çok yakın bir yer olmasıydı.

Bedeni ile para kazanmamın bin bir türü vardı. Kendi zevki için burada bulunduğunu hiç sanmıyordum. Eğer öyle olsaydı, burada bu saatte işi olmayacaktı. Hiç bir zaman yargılamadım, yargılamayacağım da. İçinden gelen bir ruh halini yargılamak bana, ya da onu hissedenin dışında kimselere düşmez diye düşünüyorum. Kendi erkek bedeninde, karşı cins olan kadın ruhunu yaşamak... Ne garip, ne anlaşılmaz, ne karmaşık...

Ağına düşecek yemini gözleyen örümcek gibi ağacın altında pusuya yatmış bekliyordu. Ne tesadüftür ki, bir anlık geçtiğim yerden önümde seyreden arabanın aniden durması daha da dikkatimi çekmişti. Alabildiğine eski arabanın kendisi kadar, 06 ÇAL 06 özel plakasıyla da dikkati çekiyordu.

Kendinden emin, biraz ürkek kıvrılarak kaldırımın kenarına yanaşıp, yol kenarında durup, camını aralayan müşteri ile merhabalaşmıştı. Katı yapay saçlarını geriye doğru atmaya çalışsa da bir teli bile kımıldamıyor, kaskatı duruyordu başında. Sanki bir simitçinin tablasını başında taşır havasındaydı. Eğildi, kalçasını bedeninden dışarı doğru çıkardı, eliyle saçlarını tuttu, diğer elini arabanın üzerine dayadı. Bir kahkaha patlattı, kahkahası havada patlamıştı. Söyle yavrum diyerek, kalın, kaba erkek sesinde yavrum kelimesi daha da anlamını yitirmişti.

Birden havada dönen mavi ışık çevreyi aydınlatmıştı. Mavi ışığı siren sesi tamamlamış, neler olduğu bir çırpıda anlaşılmıştı. Arabanın ön camından bir anda doğruluvermiş, ince topukların üzerinde birkaç adımlık koşmuş, ani bir hareketle, sağ ayağını sağa, sol ayağını sola fırlatarak ayakkabılarından kurtulmuş, kadın zarifliğinden eser kalmadan tabana kuvvet koşmuştu. Bir eliyle saçını tutarken ondan da vazgeçmiş, koşmasının hızıyla peruk da yere düşmüş, az ilerde zifiri karanlık parkın içerisinde gözden kaybolmuştu.

20 HAZİRAN 2010

X

Yener,
Güzel anlatmışsın bir sosyal gerçeği.
Ne var ki bunlar oluyor işte yaşamda…
Aferin gözünden kaçmamış,
Sana bir öykü malzemesi olmuş…
Kutlarım…
Hayri Balta, 20.6.2010

9 Haziran 2010 Çarşamba

KIRIK CAM

KIRIK CAM

Vitrinde görmüş, gözlerini o bir çift sandaletten kendini alamamıştı. Parmak arasıdan bileğine kadar gelen incecik kayışında rengarenk cam boncuklar vardı. İndirimdeydi, almalıydı, bir an önce deneyip kendi ayaklarında görmek istiyordu.

Her akşam ve her sabah hiç şaşmadan köpeğimle ihtiyacı için sokağa çıkarız. İhtiyaçlarının yanında sosyalleşmesi için de en az on, en fazla kırk dakika zorunlu olan süreyi biz belirleyerek dışarıda zaman geçiririz. O sokağın ve çimlerin keyfine varıp, çalı diplerinde kendisine bırakılan bir mesaj var mı diye her noktayı koklayıp, her yeri işaretlerken, mahallemizde bulunan ağaçların gölgesinde parkın tadını çıkartmak da bana kalır.

Akşamları fazlasıyla sesiz olan mahallemizin sokaklarında, üç beş kedi-köpek, gelen giden arabalar, evine henüz gelen birkaç kişi... Yaz kış demeden, her akşam o sokakta görmesem diğerinde mutlaka gördüğüm, herkeslerin çöp diye attığı, artırdığı fazlalıkları toplayanlar...

Genci, yaşlısı... Dikkatimi çekenlerin arasında başında örtüsü, altında şalvarı, ayağında naylon terliği, üzerinde elbisesi hiç değişmeyen, kışları kalın hırkasıyla yağan karın ve yağmurun altında eklenen giysisiyle yüzünde ifade olmayan kadını hep görürüm.

Bir gün parkın bir köşesinde market poşetlerine konup kiminin sapları bağlanan, kimisi gelişi güzel atılan çöp poşetlerini karıştırırken köpeğimin o civarda gezmesiyle, gecenin karanlığında "kolay gelsin teyze" dememle, konuşmamızın başlamasına vesile olmuştum. "Sağ ol kızım, sağ ol..." diyerek yanıtlamıştı.

Arkadaşım beğendiği sandaleti almak için benim fikrimi sormuştu. "Sen bilirsin, biraz pahalı değil mi?" diye yanıtlamıştım.

Asıl fiyatı 350, şu an için 275'e inmiş, ne diyorsun sen..." diyerek cevaplamıştı beni. Başını omuzlarına gömüp, gözlerini kocaman açıp hayret ve beğenisi daha iyi ifade etmişti...

Almak için karar vermişti, benim niye onayımı alıyordu, anlam verememiştim. Altı üstü bir ince taban, incecik bir kayış, birkaç renkli boncuk ile süslenmişti. 275'e bana kalsa değmeyecek bir fiyattı. Karakışta giyilecek bir çizme olsa hadi neyse diyebilirdim!

Dizlerini kırmadan belinden yere doğru eğilmiş, çöpleri karıştırıyordu. "Zor değil mi?" diye sormuştum.

"Zor olmaz mı kızım, zor olmaz mı?.." diye yanıtlamıştı. "Alıştık artık, sağ elini göstererek, elimi bir cam parçası kesti, çöpleri karıştırırken. Davul gibi şişti, kocaman oldu, mikrop kapmış. Uzun bir süre bir işi yapamadım. Eldiven takayım diyorum, onunla da olmuyor. Neyse şimdi biraz geçti de, çıkıyorum bu işe. Sıkılırım kızım, sıkılırım, alışmışız bir kere... Benim adam da bu işi yapar, ailecek bu işten geçiniriz." demişti.

Kocası ile bazı akşamlar birlikte çıkarlardı, görürdüm. Kara bir teni, zayıf bedeni, tüten sigarası eksik olmazdı ağzından.

Kaç yaşında olduğunu sormuştum. 55 yaşında olduğunu söylemişti. İnanamadım. Benim ablamdan üç yaş büyüktü, ama neredeyse yetmiş yaşında bir kadın görünümündeydi. Yokluğun, sefaletin, çilenin, insanı nasıl çökerttiğinin canlı kanıtıydı.

"Çocuğunuz var mı?" diye sordum. “Var; iki oğlum, bir kızım var.” Gelinleri, torunları da sayınca ev hali olduğundan da kalabalık bir nüfusa sahipti.

"Peki teyzem; sen neden yaparsın bu işi hala, onlar sana bakamıyorlar mı?" diye sordum. "Bakarlar, bakarlar da alışmışımız bir kere…"

"Allaha şükür bir evimiz var, işte şurada!” deyip dere kenarındaki gecekondulardan birini işaret etti. "Şükür başımızı sokacak bir evimiz var, iyi kötü. Oğlumun biri hasta, belinden ameliyat oldu, iyileşmedi bir türlü, kalkamadı ayağa..." demişti. “Kız desen, o da öyle!” deyip konuşmasına çöpten bulduğu plastik, cam, kâğıt gibi işine yarayan malzemeleri el arabasına atmış, belini geriye doğru gerip, bir kolunun üzeriyle alnının terini silip, bozulan başörtüsünü şöyle bir düzeltip ellerini beline dayayıp soluklanmıştı. O çileli yüzü al al yanıyordu, sokak lambasının cılız ışığında.

Bir an yanında, kaldırımın kenarında oturmuş, onun seviyesine ulaşmak için yanına çömeldiğim teyzemin hayat mücadelesi için çektiği çilenin tümünü yüzünde hissetmiştim.

Her mahallede, her şeyden haberi olan "mahallenin muhtarı" diye adlandırdığımız birileri vardır. Ne tesadüftür ki bizim mahallenin muhtarı da benim karşı binamın en alt katında oturan Adem usta idi. Bahçeye ektiğim çiçeklerin yabani otlarını temizlerken, günün ortasında her zamanki görüntüsü ile belirivermişti teyzem.

Adem usta onu görünce gidip bir sorayım demişti. Kağıtçısından, hurdacısından, seyyar satıcısından herkesi tanırdı. Şaşırmamıştım. Hemen dönmüş, "yazık ya... diyerek üzüntüsünü seslendirmişti.

"Ne oldu?" diye merakımı bildirmiştim.
"Bunun bir kızı vardı."
"Evet, söylemişti" dedim, bildiğimin şaşkınlığını bir anda yüzünde hissettim.
"Ne olmuş, ölmüş mü yoksa?" dedim.
"Yok yok, onun da küçük bir kızı vardı, kayıpmış!" dedi.
"Kız çocuğumu kaybolmuş?" dedim.
"Yok hayır, anne ile kız kayıpmış, iki gündür de haber yokmuş"
"Ne oldu ki acaba, kaçmışlar mı, kaçırılmışlar mı?" diye sordum.
"Kaçmış, biriyle tanışmış, onunla kaçmış, bari bir haber verseydi, nereye gittiği hakkında"... diyerek üzüntüsünü belirtmişti.
"Adam tinerciymiş hem de" diyerek ilave etmişti bu acıklı yaşamın daha da açıklı hale dönüşen gidişatına.

Bilmediğimiz ne yaşamlar vardı, aynı havayı soluduğumuz... Ne çileler çekiliyordu ki, daha da çile dolu bir hayatı bilinmezliğiyle tercih edip savrulmuştu bilinmezlikte...

Ne çok gereksiz alışveriş yapıyorduk, ihtiyacımız olmayan pahalı bir şeyi sırf beğendim, bu da benim zevkim olsun diye rahatlıkla satın alıp, belki kullanıyor, belki kullanmıyorduk. Ama alıyorduk işte. Çevremizde yaşanan yokluktan, açlıktan, zorluktan haberimiz yoktu. Arkadaşıma ne diyebilirdim ki, almak istiyordu, belki bir belki iki kez giyecekti, her kıyafetin altına giyilecek bir çift ayakkabısı mutlaka vardı. Öyle bir iki ayakkabım olsun, her kıyafetime uysun gibi bir düşüncesi yoktu. Onu alacaktı, belki bir de ona uyan çanta; yine cam boncukları olan, yeşil, mavi, pembe, kırmızı, sarı...

Kiminin üzerlerinde rengârenk cam boncukları olan sandaletler süsleyecekken ayaklarını, kiminin çöpten topladığını ekmek parasına dönüştürmek için topladığı cam şişeler ellerini kesecek, iş göremez duruma düşecekti.

YENER BALTA, 9 HAZİRAN 2010

+
Yener Hanım,
Çok, çok güzel bir öykü olmuş.
Anlatım, okuyucunun
Tam can evinden vurmuş…
Kutlarım…
HB.

+
YENER,
KIRIK CAMI OKUDUM. TEKRAR TEKRAR OKUDUM...
GÖRÜP DE GÖRMEDİĞİMİZ,
YOK SAYDIĞIMIZ İNSANLARIN YAŞAMINI
ÇOK GÜZEL ANLATMIŞSIN.
TEBRİKLER...
O.O.

+
Öykü çok güzel olmuş.
Değişik olmuş bu sefer.
Eline sağlık,
Gerçekten daha etkileyici...
Ve alıyoruz sürekli alalım para harcayalım.
Manyağiz yani...
Ama hep mutsuz...
G.Z.

+
"Kiminin üzerlerinde rengârenk cam boncukları olan sandaletler süsleyecekken ayaklarını, kiminin çöpten topladığını ekmek parasına dönüştürmek için topladığı cam şişeler ellerini kesecek, iş göremez duruma düşecekti. "

Hepsi kadar gerçekten çok çok güzel bir öykü olmuş...
Ellerinize, yüreğinize sağlık...
B.Ö

31 Mayıs 2010 Pazartesi

YEDİ KAT MAHMUT

YEDİ KAT MAHMUT

Yaz tam anlamıyla sıcaklığını hissettirmemişti. Gündüzleri neyse de akşamları henüz serindi. Mayıs ayının son günü üşümek garipti. Üzerime bir kat daha bir şey alayım diye yerimden kalktım. Arabama doğru yönelmişken, dükkânında ziyaret ettiğim arkadaşım beni durdurdu. Hadi neyse git al da öyle anlatayım, diyerek tatlı bir tebessümle izledi beni.

Arkadaşım, Ankara Kalesi'nde babasından kalan antikacı dükkânını bozmamış, kendisi memurluktan emekli olup bu işin başına geçmişti. Evde oturacağıma burada oturayım deyip, kendi başına kalabildiğim tek yer diye nitelemişti bana anlatırken.

Döndüğümde, tebessümü hala yüzündeydi. Otur bak sana ne anlatacağım. Bir kat daha bir şey alayım dedin ya üzerime, aklıma bizim Mahmut geldi. Bizim diyorum, mahalle benimsemiş artık onu. Zira o da burada yaşar, buradan ekmeğini çıkarır. Ne zaman görsem üzerinde neredeyse on on beş kat giysi vardır. Üst üste giydiği pantolonlar, gömlek ve kazaklar. Neden böyle giyinir kimse bilmez, kendine de sorsan söylemez, söylese de konuşmasından hiç bir şey anlaşılmaz. Kelimeleri ağzında bu derece yuvarlayıp bir anda nasıl söze döker, bir duysan hayret edersin.

Cumartesi sabahı sonrasında yaşanacak telaş, yavaş yavaş kendisini hissettirmiş, tüm çevre esnaf teker teker dükkânlarını açmaya başlamıştı. Dükkân önlerine atılan sandalyelerde sabah keyifleri kapı önlerine yayılmıştı. Sabah çayımızı yudumlarken, arkadaşımın simidine ortak olmuştum.

Onca giysinin içinde nasıl rahat eder, yaz kış demeden kat kat giyinir, kış ayları neyse de yaklaşan yaz aylarında nasıl tahammül eder sıcağa bilinmez. Kokusundan da yanından geçilmez. Yıkanmaz da, yıkanmamaktan elleri yüzü zift kıvamında karadır. İleride kimin kaldığı belli olmayan zamanında ahır olarak kullanılan, şimdi ise bu tür insanların günlüğü beş liradan sadece yatılan handa kalır.

Hatta bir gün dükkâna bir raf yaptırmam gerekti. Usta da orada yatar kalkarmış. Yukarda bulursun dediler. Seslenmiştim ama sesimi duyuramamıştım. Yukarı çıktığımda insan olan orada yaşamaz dedim kendi kendime, havada ağır bir koku, biti böceği de eksik olmaz oranın...

Benim dükkânın önünden her geçtiğinde, çözebildiğim diliyle, "ne haber hacı" der, "işler nasıl işler" diye sorar. "Kaç lira kaç" diye o günkü kazancımı sorar. "Otuz elli arası" derim. Hahay... deyip alaysı bir gülüş atar, çabuk çabuk yuvarladığı kelimeleriyle ne dediği zar zor anlaşılırken, "ben bile senden çok kazandım, yüz yüz" der yoluna devam eder.

Kendisi burada dilenerek yolunu bulur. Öyle herkesten de para dilenmez, dileneceklerini seçer. Yine alelacele bir iki kelime yuvarlar elini açar, veren verir vermeyene de yine diyeceğini der. Sonra da alaysı gülüşünü yapar. Her gülüşünde o kara teninde o sarı dişler beyazmış gibi parlar.

Buranın çocukları o ismi koymuş Mahmut'a. Buradan geçerken de mutlaka "yedi kat Mamut, yedi kat Mamut" diye bağırırlar ona doğru. Konuşmasıyla tezat yürüyüşü, çocukların onu kızdırmasıyla bile değişmez. O da buranın delisi, dilencisi geçinir.

O da bu şekilde yaşayıp gidiyor, hatta doğru yanlış bilemem ama birkaç dairesi, tarlası varmış üzerine tapulu...

Yeni yaptığım tablolarımı arkadaşım, itirazsız alıp vitrin diye kullandığı camekânın en iyi yerine sergilemek için yerleştirmişti. Arkadaşıma, "sat da kaça satarsan sat" diye bıraktığım tablolarımı teslim edip, bir sonra görüşmek üzere ayrılmıştım.

Yener Balta, 30 Mayıs 2010

+
Yener,
Çok güzel olmuş, iyi anlatıyorsun.
Beni de kıskandırıyorsun.

Zaten öykü demek anlatı demek..
Sende var, doğuştan bu yetenek…

Kutlarım…
HB, 31.5.2010

22 Mayıs 2010 Cumartesi

CÜCE HAYDAR

CÜCE HAYDAR

Uzun yorucu bir günün ardından bir çay içimi soluklanacağımız simitçide, iki küçük hasır tabureye oturmuştuk. Küçücük alanda yan yana masalar konmuş, masalar arası ancak bir kişinin geçebileceği boşluklar bırakılmıştı.
Ayaklarımızdaki ve belimizdeki sızı bir süreliğine bize acısını hissettirmeyecekti. Sıcak çaylara biran önce kavuşmak dileğiyle, servis yapacak elemana bakınır olmuştuk.
Hiç beklemediğimiz bir yükseklikten “Buyurun!” diye bir ses gelmişti. Şaşırmıştık! Bizlerin taburedeki uzunluğumuzdan daha aşağıdan gelen sese doğru başımızı çevirdiğimizde, orta yaşı çoktan geçmiş, bir erkek duruyordu. Şaşkınlığımızı ne kadar gizlemeye çalışmış olsak da, o bu tür şaşkınlıklara alışık bir edayla, söylemiş olduğumuz iki çayı elindeki adisyona not etmiş, masada duran şeker kabının altına sıkıştırmıştı.
Koşar adımlarla elinde iki çay bardağını "Tavşankanı bunlar!" diyerek uzatmıştı. Teşekkür ettik, bardağın içinde eriyen şekere dikkatimi vermişken;
"Hey sen! Baksana..." diyen sese yönelmiştim.
Başımı çevirmeden yan masada neler olup bittiğini rahatlıkla algılayabiliyordum.
"Nerelisin sen?" dedi masada oturan iri kıyım müşteri.
Erkek sesinin tüm inceliğiyle; "Iğdırlıyım abi!" diye cevaplamıştı.
"Ne kadardır Ankara'da sın?"
"Bir kaç gün oldu geleli..."
"Nerede oturuyorsun?"
"Sincan'da, bir hemşerimin yanındayım şimdilik."
"Ne kadardır burada çalışıyorsun?"
"Bu ikinci günüm abi!" dedi.
Diğer masadan seslenen müşterinin çayını tazelemek için izin isteyip, görevine devam etti.
Çayları tazeliyor, hesapları kesiyor, bütün masalara neredeyse kendisi servis yapıyordu.
Tekrar bizim masanın arasından geçerken, adam cüzdanından çıkardığı kartvizitini uzatarak,
"Al bunu işsiz kalırsan, başın sıkışırsa, bir sorunun olursa beni ara" diyerek uzatmıştı. Şaşkınlık içerisinde kartı eline almıştı. Biraz tedirgindi. İleriden olan biteni izleyen dükkan sahibi;
"Hayırdır Haydar, bir sorun mu var?" diyerek yaklaştığında, mahcup bir şekilde başını öne eğmiş, sorulan soruyu müşteri cevaplamıştı.
Baş hareketleriyle ne olduğunu anlamadan uzaklaşan işveren, tezgahın diğer tarafında Haydar'a neler olup bittiğini sormuş olsa gerekti ki, suçlu gibi olanı biteni aktarmıştı.
Kartı veren kişi, yanındaki arkadaşına;
"Bizim Hakan'ı bilirsin, enine boyuna... Düşünsene bizim dükkânda bu cüceyle çalıştığını, ne muhteşem olur!" diye aklından geçeni paylaşmıştı. Benim de merakım gitmişti.
Belli ki müşterilerin geldiği bir iş yerine sahipti. Gelen müşterilerin dikkatini çekmek istiyordu. Yanında çalışan enine boyuna, bir de kısa hatta cüce koydu mu tüm dikkati kendi dükkânına yöneltecekti.
Konuşmasında, her ne olursa olsun, başın sıkıştığında, işsiz kaldığında beni arayabilirsin derken, duygusal olarak ifade ettiği cümlelerinde kendine de bir pay biçmişti.
Sıcak çaylarımızı içmiş, bir bardak çay bedeli olarak bıraktığımız bahşişimizle bakışları üzerine çeken, alışık olmadığımız fiziki yapıya sahip Haydar'a da bizim de küçük bir katkımız olmuştu.
Yener Balta, 22 Mayıs 2010

2 Mayıs 2010 Pazar

EŞYANIN KADERİ

EŞYANIN KADERİ

Baharın serin akşamında bir nefes almak için penceremi açıp dışarı baktığımda, beklemediğim bir hareketlilik vardı sokakta. Apartman girişinde, yakın birkaç apartmanın çöplerini topladığı yer bizim girişimizdeki ağacın altında bulunan çöp arabası idi. Çöpün çevresine kutular, eski bavul ve çantalar, çöp torbaları, çuvallar savrularak atılmıştı.

Hafta sonu Ankara'da olmayacaktım. Konuştuğum, merhabalaştığım tek komşuma rengârenk bahar çiçeklerimi emanet etmiştim. Döndüğümde kapıda karşılaşmıştık. Çiçeklerime baktığı için teşekkür ettim, hatta pembe çiçekleri olan begonyayı kendisine armağan ettim.

Bahçesine soğan, biber, maydanoz ekeceğini, geçen yıl yediği kayısı ve eriğin çekirdeğini toprağa gömdüğünü; "Bakın işte minik dalı, görüyor musunuz?" diyerek eliyle işaret ettiği fidanın tutmuş olduğunun heyecanını benimle paylaştı.

Ardından beklemediğim bir haberi iliştiriverdi konuşmasına. Belli ki kendisi de çok üzülmüştü. Zira o evin en alt katındaki benzer olayı o da benden duymuştu. Tıpkı bana kendisinin ilettiği haber gibi.

Karşı apartmanda en üst katta yaşayan emekli memur ölmüştü. Eski model bir arabası vardı. Kendi el yazısı ile cep telefonu numarası her zaman camdan görünür şekilde dururdu. Nadiren olsa da arabasını kullanır, kullanmadığında da penceresinden görebileceği yere park ederdi.

"Geçen pazar günü ölü bulunmuş" dedi. "Oğlu aramış ulaşamamış, ara sıra gelirdi ziyaretine babasını. Çok aramış açmayınca meraklanıp gelmiş. Kapıyı çaldığında da açan olmamış, polise haber vermiş, polis de savcıya...

Apartmana ağır bir koku yayılmış çoktan. Çilingirle kapı açıldığında koltuğa yığılı kalmış bir şekilde bulmuşlar. “İki gün koltukta öylece kalmış" diyerek olayı bir anda aktarıverdi bana.

Üzüldüm doğrusu. Yazık, ne denir bilmem ki... "Hemen de satılığa çıkarmışlar evini" dedi. Ne kadar da çabuk…

Bugün günlerden salı idi; oysaki pazar bulunduğuna göre daha haftası olmadan evinin satılacağı söylentisi çok üzücüydü.

Çöp arabasının neden o halde olduğunu şimdi daha iyi anlamıştım. Başımı karşı apartmanın üst katına bakmak için kaldırdığımda, ışıklar yanıyor, perdeler sökülmüş, evin içerisinde eşya görünmüyordu. Oysaki orada yaşayan amcanın koltuğuna oturup perdesini sonuna kadar açtığında, televizyonu, büfesi, berjer koltuğunun bir kısmı, güvercinlere yem verdiği kutusu hep görünürdü.

Yaklaşan kamyonetten inen üç kişi; el arabalı birinin de katılımı ile ne var ne yoksa sokak lambalarının cılız ışığında işlerine yarayanla, yaramayanı hemen ayırmaya başlamışlardı.

Kendi aralarında daha önce hiç duymadığım bir dille konuşuyorlardı. Anlayamamıştım. İki küçük oğlan çocuğu anne ve babasının verdiği işe yaramaz deyip belki giden için en önemli, en değerli eşyaları bir bir çöp kutusuna atıyorlardı.

Kendinden önce giden hanımının da eşyaları dikkat çekiyordu alacakaranlıkta. Bol bol kadın çantası, ayakkabısı...
Bir yandan da oğlu olduğunu sandığım biri daha ağır kutuları, bavulları, çuvalları indirip “bitsin artık bu iş!” dercesine savurup geri dönüyordu.

"Yukarıdakileri şimdi mi alırsınız?" diyerek kamyonun çevresindeki adamlardan birine seslenmişti. Belli ki daha önce de gelip gitmişlerdi. "Ne var ki?" deyince anlaşılır bir Türkçe kelime çıkmıştı ağzından. "Giysiler!.." "Onlar bizim işimize yaramaz." diyerek yanıtlamıştı. Tekrar hummalı seçim işlemine geçmişler, kör ışıkta seçebildiklerini hızlı hızlı kamyonetin kasasına atarak şakalaşıyorlardı kendi aralarında.

İri iki kara köpek hareketlerden tırsıp kuyruklarını bacak aralarına sıkıştırıp uzaklaşmışları gidecekleri yöne doğru. Çöpün üzerinde ve çevresinde görmeye alışık olduğumuz kedilerden biri karşı duvarın üzerinde salına salına yürüyordu.

Çöp toplayan adamın cep telefonu değişik bir melodi ile uzun uzun çaldı. Önce onun telefonu değil diye düşünmüşken, cebini hızlı hızlı boşaltıp telefonuna ulaşması bayağı uzun sürmüştü. Telefonun karşı sesi tiz bir kadın sesi idi, net geliyordu dışarı. Yine ağızlardan çıkan kelimeler bana o kadar yabancıydı ki anlamamıştım.

Kamyonet uzaklaşmış, el arabalı hala seçim ve istif işlemine devam ediyordu. İki oğlan çocuğunun beyaz çuvaldan yapılmış irice el arabasında siyah gölgeleri belirivermişti. Cıvıltılı dede torun seslerinden, sıcacık kucaklaşmalarının yerini giden dedelerinin ardından kalan eşyalarını çöpe atmak kalmıştı.

Alel acele işine yarayacak eşyaları arabasına doldurmuş, kalanını da çöp arabasına doğru biraz elleriyle, biraz ayaklarıyla iteleyip, tüm gövdesinin ağırlığını iki tekerlekli el arabasına verip koca çuvaldan yapılmış arabayı sürebileceği yatay konuma getirmiş, havada dalgalanan ıslık sesiyle diğer çöpleri karıştırmadan sokağın sonunda kayboluvermişti.

Yener Balta,
1 MAYIS 2010

KÖR BACA

KÖR BACA

Artvin'in köylerinden birinde yaşıyordu Ahmet Efendi, hanımı, kızı ve üç oğlu ile...

Ahmet Efendi, otobandan çıkıp yüksek rakımlı dağlara tırmanan yorgun kamyon sürücüleri, dağ havasını içine çekerek soluklandıkları, köy halkı erkeklerinin zamanı öldürdükleri bir yer olan kahvehaneyi işletiyordu.

Çocuklarının kendisi gibi bu kahvehanede ömürlerini tüketmelerini hiç istemedi. Okumayı çok istese de kendisi için mümkün olmadı. Çocukları için düşündüyse de hiç birini okutamadı. Kızı erken yaşta evlenip çoluk çocuğa karışmıştı.
Kendi çocuklarının bu köyde, kendi gibi yaşamasını hiç mi hiç istemediğinden, gelecek için karısıyla bile paylaşamadığı bir birikim yapmaya karar verdi.

Kendi kazancından her ay artırdığıyla bir altın aldı, aldığı altınları evinde hiç bir zaman kullanılmayan ocağın bacasından içeri atarak biriktirmeye karar verdi.

Büyük oğlunun en büyük hayali İstanbul'da yaşamaktı. En büyük oğul bir işin ucundan tutmak için İstanbul'a gitti. Birçok işe girmiş, çıkmıştı. En son başladığı matbaa sektöründe çalışmaya karar verip bu işin bütün inceliklerini öğrenmişti. Diğer iki kardeşini de yanına alıp, bu işi öğretmeye kararlıydı. Onlar da kendisi kadar bu işte başarılı olsalar da, bir başkasının yanında bir yerlere gelinemeyeceğini, bir miktar sermaye ile bu işe başlayabileceklerini düşünüp duruyorlardı. Ama sermayeyi nereden bulmalıydı. Evet, nereden nasıl bulmalıydı. Bu nedenle kara kara düşünüp duruyorlardı.

Derken Ahmet Efendi oğullarını yanına çağırdı. Oğulları ve hanımını ocağın bulunduğu odaya toplayarak, hiç açılmayan ocağın demir kapağını açıp, sonradan örülen duvarını kırıp, parçalanan taşları kenara yığıp, o zamana kadar kendisinin bile ne kadar olduğunu bilmediği birikimiyle ilk kez karşılaşmıştı. Hanımı, tek kelime etmeden şaşkınlık ve sevinç arası bir duyguyla bir an donakalmıştı.

Büyük bir övünçle, "işte tümü sizin" diyerek göstermişti oğullarına. Bu birikimi iyi değerlendireceklerinden emin bir şekilde oğullarıyla uzun uzun konuşmuştu.

Her üç oğul için bu birikim büyük bir sürpriz olmuştu. Yıllardır düşünüp durdukları sermaye hazır önlerinde duruyordu. Babalarına ne denli teşekkür etseler azdı. Kısa bir süre sonra üç oğul da İstanbul'da küçükten başladıkları işi büyütüp, birçok isim yapmış firmalar arasında yerlerini almışlardı.

Yener Balta,
29 Nisan 2010

19 Mart 2010 Cuma

ZOR YAŞAM!..

ZOR YAŞAM!..

Saman Pazarı'nın ara sokaklarında dolaşırken, mahallede oynayan çocuklara, eski Ankara evlerine, turistik dükkanlara, evinin ve dükkanın kapısında oturan insanlara bakarak geziniyordum. Alışılmış görüntülerin dışında birden karşımda beliriveren adamdan gözlerimi alamadım. Kendisine baktığımı fark etmiş olmalıydı. Gözlerimi kaçırmış olsam da, yanımdan geçtikten sonra yolun sonunda, gözden kaybolana kadar arkasından bakakaldım.

Üzülmüştüm, hem de çok!

Her şeye rağmen içinde bulunduğu duruma göre olabildiğince bakımlıydı. Kemikli uzun yüzü tıraşlı, tepesinde dökülen saçlarının kalanları su ile taranmış, düzgün duruyordu. Ayakkabısını, ökçesine basarak giydiği için kundurasının sivri uçları daha bir önde duruyordu. Çorabının topuk kısımları nezelmiş, o kısım asıl renginden açık duruyordu. Gömleğinin görünen kısmı ütüsüz olsa da beyazdı. Ceketinin önündeki üç düğme iliklenmiş, her iki kolu da katlanmış, dirseğinin üzerinden birer çengelli iğne ile tutturulmuştu.

Yoktu kolları...

Uzun bir süre bulunduğum dükkânın önünde, kalakaldım. Arkamda bulunan dükkânın kapısındaki esnaf ben sormadan anlatmaya başladı. Üzüntümü farketmiş olmalıydı.

"Şu yukarıda bulunan otel var ya, bak!" deyip eliyle işaret ederek, "işte orda yaşıyor" dedi.

Ankara Kalesi'nin tarihi ile yarışan eski, köhne, daha çok işçilerin, evsizlerin bir iki kuruş bulup kaldığı otel havasındaydı.


"Orda yaşlıca bir kadın bakıyor kendisine. O kadın da hem orada kalıyor, hem de otelin temizlik işlerini yapıyor. O kadın var ya o kadın cennetlik!.. O adamın eli kolu. Tıraşını da, banyosunu da, yemeğini de o kadın yapıyor. Hatta kaşık kaşık yediriyor, her öğün. O kadın da zamanında...," deyip duralıyor bir soluk. Anlaşılıyor ne demek istediği ifadesinden!.. " Şimdi yaşlanmış, kimi kimsesi olmadığı için bu otelde yaşayıp gidiyor."

"Adam zamanında bir kereste fabrikasında çalışıyormuş. Kollarını hızar makinesine kaptırmış. O kazadan sonra karısı çocuklarını alarak ana evine gitmiş. Bir daha da dönmemiş. Bu hali ile yaşlı anası bakmış kendisine, o da ölünce buralara gelmiş. İş göremez maaşının tümünü buraya vererek burada yaşayıp gidiyor işte..."

Arkasından üzüldüğüm, düşündüğüm, merak ettiğim, kalakaldığım adamı, koca bir hayatı, birkaç dakikada, birkaç cümleye sığdırarak anlatıvermişti. Yüzümde acı bir tebessümle teşekkür ederek, hayırlı işler dileyerek ayrıldım bulunduğum yerden.

Ne zor bir hayattı yaşadığı. Elsiz kolsuz bir "hiç" olurdu insan.

Üzülmüştüm, hem de çok.

YENER BALTA,

17 MART 2010

3 Mart 2010 Çarşamba

YENİ BİR HAYAT

YENİ BİR HAYAT

"Bilinçsizce kendi kopyalarını yeniden üretip duruyorsun. Önce düşün: Şayet bir çocuk doğurursan dünyaya bir armağan sunuyor olacak halde misin?

Ve sonra düşün: Bir çocuğa annelik ya da babalık yapmaya hazır mısın? Koşulsuz olarak sevgi vermeye hazır mısın?"

Bir arkadaşım benimle özel bir konuyu, kendisi için büyük bir sorun olan konuyu konuşmak istedi. En yakın arkadaşlarımdan olduğu için kendi sorunummuş gibi yardımcı olayı isterdim. İkimiz için de uygun zaman ve yeri belirledik.

Buluştuğumuzda beni görür görmez gözleri doldu. İçinde bulunduğu sorun kendisi için büyük, çözümsüz bir konu olduğu belli idi.

Bana direkt olarak "hamileyim" dedi. Kendini bırakıp ağlamaya başladı. "Bir bebeğim olsun istemiştim. Bebek içimdeyken duygularım, düşüncelerim, kaygılarım, korkularım, birden değişiverdi. Hazır değilim, kendimi hazır hissetmiyorum, doğurmak istemiyorum," dedi. "Doğurursam kendimi daha da kötü hissedeceğim, bundan eminim," diyerek bir süreliğine hiç konuşmadı. Kendisine nasıl yardım etmem gerektiğini bilmiyordum. "İçinden ne geliyorsa, sen ne istiyorsan o kararı ver, doğru olan bu olacak," dedim.

Ne büyük bir tesadüf ki, yanımda okuduğum, OSHO Çocuk adlı kitap vardı. Hatta bu kitap Osho'nun konuşmalarının kitaba dönüştürüldüğünden, tam da arkadaşımın yanıt bulacağı soru, bir başkası tarafından sorulmuştu. Altını çizmiştim, zira ben de çocuk doğurmanın hayatta en önemli kararlardan olduğunu çok iyi bilirdim.

Arkadaşıma bu sorunun bulunduğu sayfayı açtım. Kalın ve biraz daha büyükçe yazılmış soruyu okuyabileceği şekilde kendisine uzattım. Gözleri dolu dolu kelimeleri seçmeye çalıştı. Soru ilgisini çekmişti. Kendisini biraz toparladı. Giriş bölümü bile hemen kendi düşündüklerini pekiştiriyordu. Sonra bir süreliğine izin istedi ve satırları okumaya başladı. Konuşma sonrasında kitabın adını, yazarını ve yayın evini not alıp “Tümünü en kısa zamanda okumam benim için iyi olacak" dedi. Zira kendi düşüncelerini onaylayan bir yakınını bulmuş gibi sevinmişti. Bebeği içinden atmak için yaptığının vicdanı ile büyük bir savaş olduğunu biliyor ve bu savaşın yanıtını kitapta bulmuş olmanın sevincini yaşıyordu.

Soru şu idi: Hamileyim. Kürtaj yaptırmaya karar vermiştim ve bu karardan memnun olduğumu düşünmüştüm. Ama o zamandan beri bunu ne zaman düşünsem üzülüyorum.

Bu anlık bir üzüntü olacaktır. Eğer bir anne olmak istersen o zaman daha büyük sorunların içine girmek istiyorsun demektir. Çünkü bu bir kez çocuk olduktan sonra kolayca çözülebilecek bir mesele değildir.

Anne kendi gelişimini sağlayamaz, çalışamaz; çocuklara bakmak zorundadır. Sonrada zorluklar başlar.

Bir kez kendi gelişim işini bitirdikten sonra bu son derece iyidir. Bir çocuk boş zamana ait bir şey olmalıdır, o en son lüks olmalıdır. O zaman anne olmanın tadını çıkarabilirsin. Aksi takdirde bu karmaşa yaratacaktır. O yüzden sen karar ver. Seni kimse zorlamıyor, bu senin kararına kalmış: Eğer bir anne olmak istiyorsan o zaman bir anne olmak istiyorsundur. Ancak o zaman sonuçlarına da katlanırsın.

İnsanlar dünyaya bir çocuk getirmek istediklerinde ne yaptıklarının farkında değildir. Aksi takdirde kürtaja üzüleceklerine bunun için üzülürlerdi. Her iki olasılığı da sadece düşün: Çocuğa ne vereceksin? Çocuğa verecek neyin var?

Onun varlığına kendi gerginliklerini yetiştireceksin ve o seninkiyle aynı türden bir hayatı tekrar edecek. Psikanalizciye gidecek, psikiyatra gidecek ve tüm hayatı boyunca bir problem olacak. Tıpkı herkese olduğu gibi. Bir kişiye bütün ve sağlıklı bir varlık veremiyorsan, bir ruhu dünyaya getirmeye ne hakkın var. Bu bir suçtur! İnsanlar tersini düşünür: Onlar kürtajın bir suç olduğunu düşünür. Sana anne olma demiyorum; bir anne olmanın çok büyük bir sanat olduğunu söylüyorum, çok büyük bir başarıdır. Önce bu niteliği, içindeki bu yaratıcılığı, bu coşkuyu, bu kutlamayı yarat ve sonra çocuğu davet et. O zaman senin çocuğa verecek bir şeyin olacaktır. Ve sen hastalıklı bir varlık yaratmayacaksın.

Bir anne olmaya hazır mısın? Önemli olan budur. Eğer hazır olduğunu düşünüyorsan devam et: Çocuğu yap. Hazır olduğunda çocuk sahibi olmaktan mutlu olacaksın ve çocuk senin gibi bir anneye sahip olduğu için mutlu olacaktır.

İnsanların sorunu nedir? Bu tek bir şeye indirgenebilir: Anne. Çünkü anne psikolojik bir rahim sunmaya yeterli değildi, anne manevi bir rahim sunmaya yeterli değildi. Psikolojik olarak nevrozluydu, manevi olarak boştu. O yüzden çocuk için manevi besin yoktu, beslenemiyordu. Çocuk dünyaya fiziksel bir varlık olarak gelir, bir ruhu olmadan, merkezi olmadan. Anne merkezde değildi, çocuk nasıl merkezde olsun? Çocuk basitçe bir devamdı, annenin varlığının bir devamı.

Şayet bir insan bunun ne ifade ettiğini anlayabilirse çok daha az insan anne ve baba olmaya karar verecektir. Ve çok daha az insan anne ve baba olmaya karar verseydi çok daha iyi bir dünya olurdu. O daha az kalabalık, daha az nevrozlu, daha az hastalıklı, daha az deli olurdu.

Kendin Olma Özgürlüğü, ÇOCUK, OSHO. OVVO Basım Yayın Hizmetleri
Yener Balta, 30 Ocak 2010

2 Mart 2010 Salı

YAŞLILIK VE YALNIZLIK

YAŞLILIK VE YALNIZLIK

Sağlı sollu dört kattan oluşan eskinin binaları. Önceden yeşillikler ve ağaçlarla dolu olan bahçeler şimdinin artan araba sevdasından otopark olarak düzenlenmiş. Ağaçların dalları sadece kaldırım kenarlarında salınıyorlar bir sağa bir sola... Hele ki birbirine paralel yokuş olan sokakları dikine kesen ara sokağı insana huzur veriyor.

Bu sokaklardaki yıllanmış ağaçlar gökyüzünün maviliğini, güneşin ışığını dalların ve yaprakların yarış edercesine yukarıda buluşmalarıyla gizlediklerinden öyle güzel serinletiyorlar ki yaz günleri bu sokağı, sokaktan geçen insanları...

Yeni yeni iş yerlerine dönüşen bu semtte her öğle arasında çalışanlar o sokaklarda turluyorlar yokuş olmasını umursamayarak.

Öncenin seçkin, zengin ve ayrıcalıklı kişilerinin oturduğu Anıtkabir'in bir yanına düşen Mebusevleri... Şu anki iş yerlerini saymazsak hala ev sahiplerinin oturduğu bir yer. Genç nüfusun olmadığı, yaşayanlarının büyük çoğunluğunun yaşlı insanlar olduğu, karılı kocalı…

İki ayrı sokağında, iki ayrı iş yerinde çalıştığım süreyi toplarsak yedi yılı aşkındır o semtte çalışıyorum. Şu anki iş yerimde, cam kenarında konforlu sayılabilecek bir masada çalışmaktayım. Sıkıldığım zamanlar başımı çevirip sokağa, gelene geçene, dışarıda neler olup bittiğine bakabiliyorum.

Sabah ve akşam saatlerinde, biraz ileride bulunan iki ayrı kreşin küçük misafirlerinin geliş ve gidiş trafiği sokağı fazlasıyla hareketlendiriyor. Sokaktan geçen simitçilerin sesi, bazen hurdacılar, yaz aylarında kavun karpuzcular el arabalarıyla geçiyorlar. Bazen gelen ambulansların acı sesi, saksağanların, serçelerin, güvercinlerin cıvıltılarını bir anda kesiyor, alıp götürüyorlar bizim sokağın yaşlı sakinlerini...

Bahar ve yaz aylarında her öğle yemeğini ön balkonda yiyen yaşlı amcamız, hemşire diyebileceğimiz bir genç kızın bakımıyla ilgilendiği, hastane ve acil durumlar dışında sokağa çıkamayan mahallemizin sakini, o sesiz sakin sokağını bir daha görmemek üzere, gelen cenaze aracı ile bir daha dönmemek üzere götürülmüştü. Balkonda salınan siyah kedi sanki sahibinin gidişini anlamış gibi acı acı miyavlamıştı gün boyu...

Bundan önce şu an bulunduğum yerden birkaç sokak aşağıda çalışıyordum. Her gün aynı saatlerde dışarı çıkan, dökülmeyip başında kalan kızıla boyadığı saçlarını kendisi kabartıp biçim veren, yüzüne sürdüğü allığı, göz kapaklarındaki yeşil farı, dudağına sürdüğü pembe ruju, yaşlılıktan kırışan derisinin arasında birikir, elinin titremesi ile kaşının üzerinden geçtiği kahverengi kalemi kaşının biçimini bozar, yakası kürklü yeşil mantosu, kendisinden büyük eski deri kol çantası, havanın soğukluğuna aldırmadan giydiği ince çorabı ve kalın topuklu ayakkabıları, elinde bastonu, asil bir duruşla gezmesine giderdi.

Hergün evinden çıkar, Tandoğan’ı Ulus’a bağlayan altgeçitten geçer, tren garının havasını koklar, geçmişinin anılarını tazeler, çok önceleri kaybettiği eşinin anıları ile dolaşır gelirdi.

Bir kapı aralığında ettiğimiz küçük sohbette, geceleri eşinin işi gereği toplantılar, kokteyller, gezmeler derken, kendisiyle ve güzelliğiyle ilgilenmiş, çocuk doğurmayı aklından geçirmemiş. Sonrasında da çok geç olduğundan kimsesiz, yapayalnız kalıvermişti... Bu nedenle olsa gerek: “Aman siz siz olun mutlaka bir çocuk doğurun!” diye de büyük nasihati etmişti.

Evine davet ettiği kahve sohbetlerine hiç gitmedim, gidenler de evinin üzerlerinde bıraktığı izleri anlatarak bitiremezlerdi. Kimi ağır kokusundan, kimi yeni hiç bir eşyanın olmayıp ne varsa gençliğinden bu güne kaldığını, halılara çıplak ayakla basılamayacak kirlilikte olduğunu, her şeyin dokunulmayacak kadar pis olduğundan sözederlerdi.

Bir gün öğrendim ki Memnune hanım ömrünü tamamlamıştı. O sokaktan geçerken evinin balkonunda "Anıtkabir Derneği" tabelası görmüştüm. Evini ve tüm kalan varlığını bu derneğe bağışlamıştı. Atatürkçü ve aydın bir kadına da ancak bu yakışırdı.

Geçen bahar, bahçesinde kokusu sokağa yayılan sarmaşık güllerin bulunduğu karşı binanın giriş katında oturan yaşlı karı kocayı, yılların ayıramadığı beraberliklerini gelen ambulans ayırmıştı. Gelen yakınlar, hiç bir zaman kalabalık olmayan evlerini bir süreliğine doldurmuşlardı. Amcamız camın kenarında tek başına oturmayı, sokağı izlemeyi sürdürüyor. Bazı sabahlar yanındaki yardımcısına aldırdığı simitle kahvaltısını yapıyordu cam kenarında.

Bir keresinde kendisi de neredeyse yaşlı sayılacak evin kızı, bir alt katımızın arka tarafında oturan anne ve babasını telefonla arayarak konuşma sırasında babasının telefonu yarıda bırakıp bir daha da bakmamasından meraklanıp, atladığı taksiyle kısa bir sürede kapıya koşmuştu.

Apartmanın içerisinde yıkılırcasına vurulan kapı sesi inletiyordu tüm katları. Merakımdan çıkıp bakmıştım. İndiğimde telaşlı yaşlı kızımız, “Annem ve babam bu saatte ayakta olmalılardı. Tam babamla telefonda konuşuyordum, birden konuşmaz oldu. Hadi babam duymuyor, alzheimer, bir anda ne yaptığını unutuyor, peki annem nerede?” diyerek savrulup duruyordu oradan oraya.

Oldukça kısa boyu ile girişte bulunan dairenin penceresinden içerisini göremediğinden, benden rica etmişti. Mutfağı, odayı, salonu görebiliyordum, aykırı bir durum görünmüyordu. Apartman girişinin bitişiğindeki odada, koltukta birisi oturuyordu, perdeden zor seçebilmiştim. “Tamam anlaşıldı, bu kadar sese babam duymadığından tepki vermiyor, annem de büyük bir olasılıkla markete kadar çıkmış olsa gerek…” dedi.

“Keşke bir yedek anahtarları olsa sizde…” dedim, kendimden örnek vererek… “Verirler mi hiç, verirler mi...” deyip ayaklandırdığı diğer teyzenin evinde beklemek için üst kata çıkmıştı. Evine gittiği teyze de yalnız yaşıyordu.

Her katın kendine ait bir öyküsü vardı neredeyse. Hatta bir gün apartman görevlisinin bizim dairenin zilini çalarak; " Bir süreliğine sizde bekleyebilir mi amca, anahtarı içeride unutmuş, oğlunu aradık birazdan gelir," diyerek geçici bir süreliğine misafirimiz olmuştu.

Uzun zamandır tıraşsız saçları, kalın çerçeveli gözlüğü, üzerinde o soğuk kış günü için sadece giydiği ceketi...

Özür dileyerek girdi içeri, tam bir beyefendi... “Hay Allah!” deyip durdu bir iki, sonra “Rahatsız ettim sizi, iş yerinizde... Efendim, anlatayım işinize devam edin bu arada... Bizim oğlanla telefonda münakaşada bulunduk, dolayısıyla o dalgınlıkla dışarı çıktım. Anahtarı içeride unuttum sanırım.”

Bir limonlu çay ikram etmiş, kısa bir sohbete girmiştik. Kendisi emekli albaymış, 86 yaşındaymış. “Ağır hastaydım, herkes benim gitmemi beklerken, hiç bir şey yokken hanım bırakıp gitti!” diyerek zamansız gidişini anlatmıştı karısının.

“O günden beri de yalnız yaşıyorum. Eh yaş malum unutkanlık yapıyor daha çok.” Bir yandan da hala bir umut ceplerini karıştırıyor, anahtarı kontrol ediyordu. Bir iki aramadan sonra, sonraki denemesinin birinde, “Hay Allah!” deyip, anahtarı ceketinin yan cebinde buluverdi. “İşte benim oğlan kafa bırakmadı bende, yaş malum unutturuyor…” deyip kapıya gelen oğlu ile bir kez daha rahatsız ettiğini bildirerek çıkıp gitmişti.

Daha biraz önce, camdan dışarı baktığımda, arabanın içinde oturduğu yerden çıkmaya çalışıp da çıkamayan teyzenin bir şeyler dediğini fark ettim. ”Öndeki araba size aitse, bacağımdan yürüyemiyorum, alır mısınız lütfen!” demişti.

Araç iş yerimize aitti, çekmek için arkadaşımız inmiş, teyzenin arabadan inmesine eşiyle, oğluyla birlikte yardım etmişti. Ben de dayanamayıp indim, zira benim de annem aynı zorlukları yaşamıştı. Kollarının altından kavrayarak sandalyeye oturmasına yardım ettim. Erkeklerin iki kenarından tutup kaldırdığı sandalyenin üzerinde biraz korktu… “Düşecek gibi oluyorum aman, başım dönüyor indirin beni!” deyip, kısa mesafede sık sık ara verip kendi dairesine getirilmişti el üstünde. “Çok geçmiş olsun!” diyerek buruk ayrılmıştım kendisinden.

Yıllar önce burada oturmuş, Eğe kıyılarında bir ev satın alıp orada uzun bir süre yaşamış, kocasının sağlığı yüzünden tekrar eski evlerine gelen Neşe Hanım kombiyi çalıştıramamış olacak ki “Birazdan eşimi getirecekler, o gelmeden evi ısıtmalıyım ki daha çok hastalanmasın..” diyerek bizden yardım istemişti. Meğerse kombiye gelen doğal gazın ana vanası kapalıymış. En üst katta oturdukları için eşinin her rahatsızlığında sandalye şeklindeki sedyede taşıyan acil elemanları, zorlanmadan indirebiliyorlardı. Neredeyse bir yumru şeklini alan eşi gittikçe küçülmüş, bir deri bir kemik kalmıştı. Bir bayram tatili dönüşü eşini kaybeden Neşe hanım'a başsağlığına çıkmıştık.

İşte yaşlılık bu olsa gerekti. Zaman akıp gitmiş, yaşanılanlar yaşanmış, çocuklar kendi yuvalarını kurmuş, tekrar başa dönülmüş, sağlık tek uğraş olmuştu. Bunca birikimle sağlık söz konusu olmamalıydı, bilgi birikimi olmasa da yaşanmışlığın verdiği bir tecrübe, bir edinim vardı. Sağlık her şeyi bir kenara bıraktırıp, tek ilgilenilmesi gereken konu durumuna gelmişti.

Hatta ikinci iş yerim olan binanın girişinde hemen hissedilen ağır kokunun nedenini, yeni satın aldıkları daireye yerleşen, yönetimi eline alan komşumuzla öğrenmiş olduk.

En üst katta yaşayan yatalak bir anne ile özürlü kızından kaynaklandığını, onların sayesinde öğrenmiştik. Haftada bir gelen bakıcının yaptığı yardım işe yaramıyor olsa gerekti. Tuvalet ihtiyacını bir başkasının yardımıyla gideren annesinin, alt bezlerini kızı apartman boşluğuna atıyormuş. Bunlar da ortadan kaldırılmayıp kaldıkça ağır koku apartmana yayılıyor, havalandırmak için açılan banyo pencerelerden daha ağır koku yayılıyordu.

Tüm apartman baştan ayağa temizletilmişti. Hatta bir gün apartmanda yükselen sesler, acı çığlıklara yerini bırakmış, gidemez, götürmeyin, beni yalnız bırakmayın diyen annenin, sara nöbetine girmiş kızının gitmesine izin vermeyen çığlıklarıydı.

Ambulans görevlileri taşıyamadıklarından bizim iş yerindeki erkeklerden yardım istemişlerdi. Yardımdan dönen arkadaşın yüzündeki ifade hala gözümün önünden gitmez. Annenin, bayın kızının arkasından yataktan sürünerek yere inip, peşinden yerlerde sürüklendiğini, içeri girmenin imkansız bir ağır kokunun hakim olduğunu, pislikten içeri girilecek hal kalmadığını, anne ve kızın yataklarının yatılamayacak durumda olduğunu isteksizce anlatmıştı.

Sedyede baygınlıktan çok, ölmüş gibi yatan kızın teni hiç gün ışığı görmemişe benziyordu. Üzeri yarı çıplaktı, sedyede yatarken üzerine örtülen örtü kaymış, hareketsizlikten vücudu yağ bağlamıştı. Dolayısıyla taşınması da oldukça güç olmuştu. Aynı şey hastane dönüşü için de geçerli olmuş, yukarı taşınılması için yine yardım istenmişti.

Oraya taşındığımızdan beri hiç yıkanmamış, yarı tül, yarı güneşlik, yarı aralık olan perdeler hiç yerinden oynatılmamış, öylece duruyorlardı. Balkon demirine ara sıra asılan boz renkli biçimsiz bezler, mum ışığını andırır puslu oda ışığından başka hayat belirtisi olmayan evde, kurban bayramı dönüşü o komşuyu da kaybedişimizle, tamamıyla hayat belirtisi kalmamıştı. Anne hayatını kaybedince tek tanıdıkları olan akrabaları kendi başına hayatını sürdüremeyeceğinden evin kızını bakım evine yatırmıştı.

Yönetici ile yaptığımız bir sohbette, hiç bir şeye aklı ermiyormuş gibi duran anne kızın sadece para olunca canavar kesildiğini, zamanında seçkin ailelerden birileri olduğunu, lüks ve zenginlik içinde yaşadıklarını, eşinin ölümü ile yatağa düştüğünü söylemişti.

Bakıcı kadınla yaptığı sohbetten para gidecek diye hiç bir şeyi temizletmediklerini, hiç bir şeye el sürdürtmediğini, sadece bir iki tencere yemek yapmasına izin verdiğini söylemişti. O yemekleri de yemeyip dolapta küflendirdiklerini, onun yerine kavanoz kavanoz aldırttıkları reçelleri yediklerini söylemişti. Çok fazla paralarının olduğunu, harcamaya kıyamadıklarını söylemişti.

Gecenin en derin sessizliğinde, rahatlıkla yöneticiyi arayıp, “Gelin annemi yataktan kaldırın…” diyebilecek yetkinliğe sahip olduğunu, aman bize karışmasınlar, bakım evine göndermesinler diye, bir kaç ayın aidatını, apartman masraflarını önceden verdiğini söylemişti.

Yönetici bir iki kez yardım etmiş, eve girerken içinin almadığını belirtmiş, maske takarak girdiğini, içeride nefes almanın imkânsız olduğunu söylemişti. Sonra ardı arkası kesilmeyen isteklerin devam etmesi üzerine zamansız çalan telefonları açmadığını belirtmişti.

Şu kış gününde evin balkon ve pencereleri sayısız gün açık kalmış, yağmurlu, karlı, fırtınalı günlerde perdeler rüzgârda savrulmuştu. Apartmanın önünde bir minibüs durmuş, bir erkekle bir bayan inmişti. En üst katın penceresinde hareketlenmeler olmuştu. O gün, gün boyu izlemiştim olan biteni. Kucaklarında kutu dolusu eşyalar, ellerinde sarkan poşetler, birkaç kez inilip çıkıldıktan sonra, çok çekmeceli ceviz rengi dolabı arabanın kenarında görünce antikacı oldukları hallerinden anlamıştım...

Gün kararmış, salonda kristal avizeler ilk defa görünür olmuş, zamanın en zengin evlerinde bulunan iri desenli kâğıt kaplı duvarlar seçilir olmuştu loş karanlıkta.

Birkaç gün arayla evle ilgilenen yakınları poşet poşet eşyaları çöplerin biriktirildiği ağacın dibine bıraktırmıştı. Perdeler de sökülüp atıldıktan sonra "satılık" yazısı camda belirir olmuştu.

Mevsim ilkbahara dönüyordu, baharda daha bir serpilsin, daha bir boy versin diye o güzelim ağaçların bütün dalları belediye çalışanları tarafından budanmıştı. Ankara sokaklarında son zamanlarda fazlalaşan geveze saksağanlar, yapraklar arasında gizlenen minik serçeler, kumruların gölgesinde serinleyeceği bir dal bile kalmamış, tümü budanmıştı. Kış günlerinde yağan karların, dallarında biriken kar taneleri ile beyaza bürünen güzelliği, yağmurlu bahar aylarında yıkanmış parlak dalları, kolu, bacağı kesilmiş insanlar gibi çırılçıplak bırakmıştı o güzelim sokağı...

1 Mart 2010
YENER BALTA

MEVLANA DEMİŞ Kİ;

MEVLANA DEMİŞ Kİ;

“Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya …
Kalp durur …
Akıl unutur …
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur … “

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla…
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi…
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi…
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde…
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün…
Ve gerçeğin acı olduğunu…
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya …
Kalp durur …
Akıl unutur …
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur …

MEVLANA

17 Şubat 2010 Çarşamba

KARŞILIKLI BAĞIMLILIK

KARŞILIKLI BAĞIMLILIK

Birçok karşılıklı bağımlılık, bazı insanların dram ya da kriz tutkunu adını verdiği bir duruma gelir.
Problemler tuhaf bir şekilde bağımlılık yapıcı olabilmektedir.
Eğer yeterince uzun bir süre ıstırap, kriz ve karmaşa içinde yaşarsak, problemlerin hissetmemizi sağladığı korku ve uyarılma hissi konforlu bir duygusal tecrübe haline dönüşebilir. Bir süre sonra duygularımızı problemler ve krizler ile bir araya getirmeye o kadar alışırız ki, bizim ilgimiz olmayan sorunlara bulaşmaya başlayabiliriz. Hatta kendimize uyarıcı bir şeyler yaratmak için problem çıkarmaya ya da sorunları olduklarından daha büyük bir hale getirmeye bile başlayabiliriz. Özellikle kendi hayatımızı ve duygularımızı fazlasıyla ihmal ettiğimiz durumlarda bu çok fazla ortaya çıkabilir.
Bir sorunla uğraşırken yaşıyor olduğumuzu fark ederiz. O sorun çözüldüğünde kendimizi boş ve duygulardan arınmış gibi hissedebiliriz. Yapacak bir şeyimiz yoktur. Krizler bizim için yaşaması rahat yerler haline gelir ve bizi varlığımızın yeknesaklığından kurtarır. Bu tıpkı pembe dizilere bağımlı olmaya benzemektedir, tek farkı günlük krizlerin bizim ve ailemizin, arkadaşlarımızın hayatlarında gerçekleşiyor olmasıdır.
Kendimizi ayırdıktan ve kendi işimize bakmaya başladıktan ve hayatlarımız sonunda sakin ve huzurlu bir hale geldikten sonra, bazı karşılıklı bağımlılar ara sıra o eski heyecana özlem duyabilmektedir.
Bazen yeni hayat tarzımızı sıkıcı bulduğumuz olabilir. Karmaşa ve heyecana o kadar alışmışızdır ki huzur başlangıçta bize donuk gelebilir. Ama buna alışacağız.
Hayatlarımızı geliştirdikçe, hedefler belirledikçe ve yapacak ilgi çekici şeyler buldukça huzur da rahat ettiğimiz, karmaşa içinde olmaya göre daha rahat olduğumuz bir yer haline gelecektir. Artık heyecanlı ıstıraba karşı istek de ihtiyaç da duymayacağız.
"Heyecanlı ıstırabı" aradığımız zamanları fark etmeyi öğrenmeliyiz. Sorun yaratmak ya da başkalarının sorunlarına bulaşmak zorunda olmadığımızı anlamamız gerekir.
Dram ihtiyacımızı gidermenin yaratıcı yollarını bulmalıyız. Bize keyif verecek işlerde çalışmalıyız. Ama heyecanlı ıstırabı hayatlarımızdan uzak tutarak…
+
İLİŞKİLERDE BAĞIMLILIĞA SON
Melody Beattie
Türkçesi: F. Nagehan Öztürk
Ovvo Basım Yayın Hizmetleri. Sayfa: 236
+
YENER BALTA, 14 ŞUBAT 2010

BABAMIN AMCASI

BABAMIN AMCASI

Ateş düştüğü yeri yakardı. Onun düşen ateşi kimseyi yakmamıştı. Yalnızdı, yalnız da öldü. Kendi çevresi, anası, babası, kardeşleri kendisinden çok çok önce teker teker ölüp gitmişti. Evlenmemişti. Çocukları, bir aile hayatı olmamıştı. Gençliğinde bir nişanlılık başından geçmişse de nişanlısını kendi yeğeni ile evlendirmişlerdi. Bu konuda da kimselerle bir şey paylaşmamıştı.
Memleketi Gaziantep’ti. Küçükken geçirdiği ateşli hastalık beyninde az da olsa hasar bırakmıştı. Bir mesleği yoktu, ortaokulu bitirmişti. Ailesi varlıklı olduğundan para kazanmak gibi bir kaygısı olmamıştı. Kendisini asilzade ilan etmiş, hatta soyadını Büyükbeyzade olarak değiştirmişti. Babadan, atadan kalan tüm toprakları ucun ucun satıp, o paralarla varlık içinde yaşıyordu. O yaşama ne derece varlık içinde yaşadı denebilirdi, tartışılırdı.
Çok zeki olduğu söylenirdi. Çoğu vaktini okuyarak geçirirdi. Bilgi edinmek için okul şart değildi. Tarihe meraklı idi, tarih profesörlerine taş çıkaracak bilgiye sahipti. Çevresindekilerle öyle kolay kolay muhatap olmazdı. Daha çok bu konuları abisinin çocuğu olan, kendine daha yakın bulduğu dört yeğeninden en büyüğü ile tartışırdı. Zira o kendisini yaşam şeklinden dolayı yargılamaz, kendi kardeşlerini de amcalarına karşı davranışlarında sık sık uyarırdı. Amcaları o zamana göre biraz farklı bir yaşam sürüyor, farklı fikirleri savunuyor, ara sıra da çizgiyi aştığı oluyordu!..
Alışılagelmiş yaşam tarzını bir miktar daha toprak satıp, o para ile kendisine avizeci dükkânı açarak değiştirmek istemişti. Toprakları satıp satıp yediği çevre tarafından hep dedikodu konusu oluyordu. Babadan kalan tüm toprakları yok pahasına satıp bitireceği korkusu ile sürekli konuşuluyordu. Ne de olsa onun mirasçıları da kendi yeğenleriydi. Ne kadar satarsa kendilerine kalacak miktar gittikçe azalacaktı.
Avizeci dükkânı için bir beklentisinin olup olmadığı tartışılırdı. Bazen açmıyor, kimi zaman haftalarca uğramıyor, aklına estiğinde gidip dükkânda oturuyor, gelen müşterilerle de isterse ilgileniyor, kafasına eserse de dükkândan kovuyordu. Dükkân izbe bir görüntüyü bürünmüş, yok pahasına devredip, o para ile de dilden dile dolaşacak Hindistan gezisine çıkmıştı.
Bu gezi en çok dillerinde dolaştırdığı kız yeğenlerinin ilgi konusu olmuş, hatta konuşma boyutunu aşıp gülme konusu haline gelmişti. Ne işi vardı amcalarının Hindistan da... Ne yapacağını şaşırmış olsa gerekti onlar için amcaları... Bu gezi yıllarca konuşulmuştu. Nede olsa tarihe meraklı olan amca, belki de bundan sonra ülke ülke gezecekti.
Amca daha da yaşlanmış, dört yeğeni de Ankara da yaşadığından onların desteği ile yaşlılığını sürdürebileceğini düşünerek bir ev alıp, göçmüştü Ankara ya. Ankara ona yavan gelmişti. Gaziantep de yaşadığı kolaylığı orada bulamamıştı. Yine de yaşlılığındaki yalnızlığını yeğenlerinin destekleri ile giderebileceğini düşünüyordu. Daha çok kızlardan büyük olan yeğeni sıklıkla uğruyor, kendi uğramasa bile yetişkin oğlunu gönderip, ihtiyaçlarını gideriyordu. Bunu da canı gönülden değil, amcadan ne koparırsak kardır amacıyla yapıyordu.
Bazen de kendisi yeğenini arıyor, Gaziantep de keyifle gittiği, alıştığı hamama, "gel beni götür" diyerek çağırıyordu.
Kısa boyu, gittikçe aldığı kilolarla daha da kısa görünüyordu. Gözleri göz kapaklarından dışarı fırlayacakmış gibi duruyor, bembeyaz kaşları göz kapaklarına uzanıyordu. Çerçevesi ve camı siyah olan gözlüklerini takması görüntüsünü biraz olsun örtüyordu. Dışa dönük kalın pembe dudakları, beyaz bıyığının altından et parçası gibi sallanıyor, kirli saçı ve sakalı ile her zaman tıraşsız dolaşıyordu. Kafasının tüm kiri ve yağı sürekli kullandığı şapkasına işlemiş, kullandığı boyun bağının boz rengi kirli paltosunun içinde kaybolurdu.
Ara sıra en büyük yeğenin evine gelir; biraz konuşur, özlediği Antep yemeklerinden yer, oturduğu yerde uyur, o kısa zamanda horlaması gecenin ilerleyen saatlerindeki horlamaları aratmazdı. Aslında o görüntüsü insanı üzer haldeydi.
Bir gün büyük yeğeni kendisini ziyarete gitmiş, kapının zilini duyurana kadar bir yarım saat geçmişti. Kulakları ağır duyuyordu. Gelirken telefon edilmiş olsa da kendince güvenliği için kuşku duyuyordu. Bitmeyen kilitleri tek tek açıp, zincirli kapı aralığından son bir kez daha kim o demeden açmamıştı.
İçerisinin havası ağırdı. Yerde boş alan yoktu her yer halı ile kaplıydı. Üst üste, rengarenk, karmakarışıktı... Bildiğimiz ev düzeninin dışında bambaşka bir yaşam alanı haline gelmişti. Her yerde tüple ısınan seyyar sobalar vardı. Koridorda, banyoda, salonda, mutfakta, yatak odasında... Salon yeni taşınmış çalışma odasını andırıyordu. Salonun tam ortasında eğri konmuş büyük bir çalışma masası, yerde, masada, plastik sandalyelerde her an taşınılacak gibi yığılı kitaplar vardı. Her konuda rahatlıkla kitap bulunmaktaydı. Yeğeni kitapları inceledi, bir hayli zengin kitaplığa sahip olduğunu gururlandırırcasına ona dillendirmişti.
Mutfak günlerce kalan kapların kurumuş, kokmuş, küflenmiş tabak, tava, tencere, çatal, kaşık bulaşıkları ile doluydu. Amca ve amcanın evi bir yerde acınacak halde idi. Koridorda ve diğer kullanılmayan odada çelik kasalar vardı. Kasaların kendi kilitleri yetmemiş olmalıydı ki, üzerinde asma kilitli zincirlerle güvenliği daha bir sağlamlaştırılmak istenmişti.
Yatak odasındaki çekmece ve gardolap içlerinde ne varsa, kendi el yazısı ile, çorap, fanila, don, havlu, kazak diye devam eden küçük etiketler yapıştırmıştı. Aklı iyice gidip geliyor olsa gerekti. Yeğeni buna üzülmüş; "Unutmaya mı başladın artık amca, bunları yazdığına göre…" diye sormuştu. “Her çekmeceyi teker teker açıp içinde ne var diye bakmaktansa dışına bakıyorum?” demişti. Antep şivesiyle kelimeler ağızından ağır ağır çıkıyordu.
Yeğeni, amcasının bu halde yaşamasına içi elvermemişti. Gel bizde yaşa dese iki göz odada altı nüfus yaşıyordu. Yardımcı bulalım dese istemiyordu, ben kendimi idare edebiliyorum dese de, kendi işini de kendi göremiyordu artık.
Bu ziyaretin ardından kısa bir süre sonra, tanınmayan biri tarafından yeğenine telefon gelmişti. Keçiören karakolundan bir polis memuruydu arayan. "Adının Kemal Büyükbeyzade olduğunu üzerinden çıkan nüfus cüzdanından öğrendik. Sanırım yakınınız olsa gerek" diye ölüm haberi beklenmedik bir şekilde ulaşmıştı. Ankara'nın ayazında kendi başına hamama gitmeye karar vermiş, hamamın kapısının önünde bastığı buzlu zeminde ayağı kaymış, başını yere çarpmış, oracıkta beyin kanamasından ölüvermişti. Haber yayılmıştı bile yeğenler arasında, cenazesi alınıp, beş altı kişiyi geçmeyen bir kalabalıkla gömülmüştü. Mezar taşı yaptırmayı bile kimseler üstlenmemiş, kalan mirasından kendine pay düşmemişti. En büyük yeğen kimselere söylemeden mezar taşını bir yıl sonra yaptırmıştı.
Artık kalan mirasın pay edilmesi, tüm mirasçıların katılımıyla evine girilmesi kalmıştı. Bazıları için beklenen bir andı. Gün, saat kararlaştırıldı. Büyük yeğen kendisi bu durumu yaşamak, görmek istemediği için çocuklarından birini sırf temsili olarak yollamıştı. Eve ölümünden sonra ilk defa girilecekti. Kapılar zaman zaman kendisi ile ilgilendiği yeğeni tarafından açılacaktı. Kapı kolay kolay açılmıyordu, anahtarlar var olan kilitlerin içinden boşa dönüyor, tutukluk yapıyordu. Kapı daha önce zorlanmış, kurcalanmıştı. Kapıyı açan yeğen, birileri içeri girmiş olma ihtimali üzerinde söylenip duruyordu. Sonunda kapı açılmıştı.
Ortalık darmadağındı. Amca hayatta iken dağınıklıkta bile bir düzen vardı, bu düzensizlik bir şeylerin arandığı izlenimini bırakıyordu. Kasanın üzerindeki asma kilitli zincir, kenarda duran demir makası ile kesilmiş, kasanın içerisinde anlamsız birkaç eşya bulunuyordu. Yeğen var olan paralarını nerelerde sakladığını çok iyi biliyor olsa gerekti ki, doğruca yatak odasına girip tek tek çorapların içlerini araştırıyor, ne var ne yoksa dışarı çıkarıp, yere yığıyor, giysilerin tümü için bunlar ancak yer bezi olur deyip yüzünü buruşturuyordu.
Evde kimselerin işine yarayacak doğru dürüst eşya yoktu. Onların beklentileri bir köşede kimselerin bulamayacağı yığın paralar, altın liralar bulmaktı. Zaten o birileri tarafından çoktan bulunmuştu. Büyük yeğen cenazeyi teslim alırken hatıra olsun diye sadece siyah kalın çerçeveli gözlüklerini almış, başkada bir eşyasına dokunmamıştı.
Evde bulunan eşyalardan isteyen istediğini almış, seçilen eşyalar götürülen evde lüzumsuz kalabalığa neden olacak, baktıkça kimselerin içi acımayacaktı.
Bir hayatta bu şekilde noktalanmış, arkasından bir damla gözyaşı bile akıtılmamıştı. Ateş hiç bir yüreği yakmamış, aksine satılıp yenen malların ateşi yürekleri yakmıştı.
YENER BALTA,
16 ŞUBAT 2010

8 Şubat 2010 Pazartesi

TERKEDİLMİŞ KİTAPLAR

TERKEDİLMİŞ KİTAPLAR

İçerinin havası boğuyor beni. Belki hava değil beni boğan, içinde bulunduğum ruh halim, bilemiyorum!

Kendimi dışarı atmalıyım. Şu an beni sıkan durumdan bulunduğum ortamla kurtulmaya başlamalıyım. Nedenini bilmediğim, belki de çok iyi bilip üzerinde durmadığım sıkıntımı gidermeyi sokakta aramalıyım.

Ankara'nın soğuk, hatta ayaza çalan kışında, buz ve çamur karışımı yollarında ine çıka yürüyorum. Yüzüme çalan soğuk, yanaklarımı sıyırıp kulaklarımı sızlatırken, gözlerim soğuktan yaşarıyor. Şu an üşümek umurumda değil. Belki yürümek unutturacak her şeyi.

Tarihi Ak Köprü, oturduğum semte ismini vermiş, üzerinden geçiyorum. Tüm Ankara'yı boylu boyunca dolanıyor bu dere. Bir zamanlar temiz aktığı isminden belli. Ama şu an üzerinden geçerken, kışın soğuğunda bile hissettiriyor çirkin keskin kokusuyla durumunu. İster istemez baktırıyor kendisine... Derenin içinde bir kaç araba lastiği, eski bir koltuk, patlamış lastik top, kurumuş otlara takılı rengi boz kumaş suyun akışında dolanıyor. Sağlı sollu dizili evlerin her türlü atığı daha bir kirletiyor görüntüyü...

Dere boyunca süzülen üç beş martı, bulundukları deniz şehrinden balık kamyonlarına takılıp toptancı halinin yükünü çeken dereyi kendilerine mekân tutmuşlar.

Sıkıldığım günlerde yaptığım şeylerden biridir yürümek. Bunca zaman hafta sonu çalışmış biri olarak, iki günün tatil olması rahatlatıyor beni. Kızılay'a kadar yürümek gözüme büyüyor. Yürüsem de belim bana dur diyecek onu biliyorum. En azından Kızılay'da gezebilmem için mesafeyi kısaltmam gerekiyor. Metroya binmek en iyisi diye geçiriyorum aklımdan. Griye çalan caddeyi aşıp, istasyona geçiyorum.

Trenin gelmesi için az zamanı bekliyorum. Hınca hınç insan dolu vagonda kendime kapı aralığında bir yer buluyorum. Yıllardır yaşadığım Ankara'da tanıdık bir yüze rastlamamak için kafamı kaldırmıyorum. Sanki randevulaşmış gibi tercih edemediğim kişilerle karşılaşmak o kadar doğal ki, şu an istemiyorum. Neyse ki üç durak sonrasında ineceğim.

Kızılay yine karmaşa, oradan oraya giden insanlar, gitmekten çok bekleyen arabalar, kontrol edilemeyen seyyar satıcılar, duyguları hedefleyen dilenciler...

Kızılay'dan Demirtepe'ye doğru çıkıyorum. İnsan kalabalığından sıyrılıp, Moda Çarşısı'na doğru yöneldim. Alışveriş merkezlerinin mantar gibi çoğalması, eski çarşıları öksüz çocuklar gibi bırakmış, tüm esnafın derdine dert katmış durumları yüzlerinden okunuyor. Alt katında daha çok çeyizliklerin bulunduğu dükkanların arasına sıkışmış eski bir plakçının vitrininde kaybediyorum kendimi... Yan yana dizili uzak doğu malları satan birbirine rakip dükkanlar bir iki müşteriyi ağırlıyorlar.

Her zaman severek zamanı unuttuğum sahafın önündeyim. Dükkânın önüne üst üste, yan yana dizilmiş eski kitap ve dergilerin içeriden dışarıya taşmış hali hoşuma gidiyor. Bu koku; eski, tozlu, kalmış, yıpranmış ve zamana dayanmış kitap kokusu bana hiç yabancı değil. Kimilerine alerji yapan, kimilerinin midesini kaldıran, kimilerinin kendine ait oluşturmadığı kitaplıklardaki kitaplar benim için o kadar tanıdıktı ki...

Ben beni bildim bileli, evimizde babama ait kitaplık bizim için her konuyu içeren bir kütüphane idi. Babam için kitapları biz çocukları kadar değerliydi. Konu ne olursa olsun babama sorduğumuz soruları, önce ön bilgi olarak bizlere açıklar, aradığı kitabı, kitaplıkta elini atıp bulmasıyla, gerekli bilgiye ulaşabileceğimiz kitabı bize uzatması, beni şaşkınlığa uğratırdı. Babamın bu kadar bilgi sahibi olması takdir edilecek, imrenilecek bir durumdu.

Misafirlik için gittiğim yeni evlerin bir kaçında değil bir kitaplık, tek bir kitaba bile rastlamamak beni hep şaşırtmıştır. Zira kitapsız bir yaşam düşünemiyorum.

Üst üste konmuş dergi ve kitapların arasından her zaman süzülerek içeri girdiğim sahaf bugün kapalı idi. Sanki dükkân açıkmış gibi kitapların dışarıda olması garipti. Demek ki kitaplar her zaman yerlerinde duruyordu.

Ne alırsan 1 TL. bölümü dikkatimi çekmiş, içlerinden bildik kitap ve yazar var mı diye aramıştım. Sait Faik Abasıyanık'ın iki kitabını, hele hele 1 TL.'lik bölümde bulmak beni sevindirmiş olsa da, böyle değerli bir yazarın kitabını sahaflara düşmesi beni düşündürmüştü.

Benim için okuduğum kitaplar kitaplığımda kalmalıydı. Her iki kitabı ayırmıştım. Diğer bir kitabın sol üst köşesinde ''1992 Haldun Taner Öykü Ödülü'' ibaresi o kitabı almam için iyi bir nedendi.

Elimdeki kitap ince bir öykü kitabı idi. Kitabın ismi, ''Tutkulu Bir İstanbul Üçlemesi'', yazarı Didem Uslu idi. Daha önce ismini duymadığım bir yazardı. Ünlü ve ben bilmiyorsam bu benim ayıbımdı.

Amatör bir öykü yazarı olarak ödül almak ne güzel bir duygu olsa gerekti. Bu duyguyu yaşamak isterdim. Kitabın ilk sayfasında, ''değerli hocama'' diye başlayan, verdiği desteklerden dolayı teşekkürünü belirten paragraf yazarın kendi el yazısı ile yazılmıştı. İsim, tarih ve imza... Kitabın sayfaları hiç açılmamış, hiç okunmamış, geçen 18 yıl, beyaz sayfaların rengini sarartmıştı. Kendi kitabıma yapılmış bir hakaret gibi üzülmüştüm. Hocanın kitaplığına sığamayan bu kitap, benim kitaplığımda yerini alacaktı.

Kapalı bir dükkandan alışveriş nasıl olacaktı? Bitişik dükkana kitapları almak istediğimi belirttim. ''Hemen dönecek mi?'' diye sordum. Sert bir ifade ile, ''Bilmiyorum'' dedi. Başka soru sormamam için gerekli mesajı vermişti. ''Peki parasını size bıraksam!..'' desem de arasının iyi olmadığını ardı ardına sıraladığı anlamsız kelimelerle ifade etmişti. Diğer yandaki dükkana durumu açıkladığımda da benzer bir yanıt almıştım. Durum anlaşılmıştı. Çevre esnaf kendi aralarında iletişim kuramamışlardı.

Çantamdan kalem ve not kağıdı çıkarmış, seçtiğim kitapların yazar ve adlarını yazmış, kapının alt boşluğundan içeri itmeyi planlamıştım. Cüzdanımda en küçük kağıt para olarak 20 TL. vardı. Demir paraların içinde 3 TL. için 20 kuruş eksikti. Elimdeki kağıda eksik olan borcumu, bir sonraki Kızılay'a geldiğimde bırakacağımı da not düşerek kapının altından itelemiştim.

Elimdeki kitapları benimsemiş, hafta sonu için okumayı planlamıştım. İçimdeki huzursuzluk gitmiş, yerine eski olsalar da benim için yeni olan kitapları okuyacak olmanın huzuru kaplamıştı.

YENER BALTA,
7 ŞUBAT 2010

19 Ocak 2010 Salı

TARÇIN

TARÇIN

Tarçın'ı ilk olarak kendisi kadar şirin mi şirin beş kardeşinin arasından en hareketlisi, en sevimlisi, en oyuncusu olarak gözüme kestirmiştim. Arkadaşım, küçük bir minderin üzerinde tüm yavruları toplamış, odanın ortasına yere bıraktığında henüz yürüyemedikleri halde düşe kalka sağa sola saçalanmışlardı. Arkadaşım, istersem yavrulardan birini alabileceğimi söylemişti. Tarçın o an adını almasa da, işte şu kahve kulakları olan, onu almak isterim demiştim. Arkadaşım onu başka bir arkadaşına ayırdığını belirtti. Başka bir yavruyu seçmemi önermişti. Ona içim ısınmıştı, ondan başkasını istemeyeceğimi söyledim. Üzgünüm sözü ile olamayacağını bildirmişti.

Yeni bir iş için İstanbul'dan Gaziantep'e göçmüştük. O günlerde iş yerinde hiç huzur yoktu. Grafik piyasasında isim yapmış bir ajansın işvereni ile İstanbul'da anlaşmış, bir kaç ay tanıdığımın yanında kalacak, daha sonra evimizin tüm eşyalarını kiralayacağım eve getirecektik. Getirdik de. İşte ne olduysa o zaman oldu, iş yerindeki küçük olaylar büyümüş, her zaman yaşanan iş hayatı bir kez daha kendini farklı boyutlarda göstermişti. İşveren bana İstanbul'da vaat ettiği ücretin yarısına çalışabileceğimi söyledi. Bunu ev eşyalarımı taşıdığımda bana söylemişti. Kapasitemin anlaştığımız maaşa uygun olmadığını neden bildirerek. Bu arada üç ay boyunca parça parça aldığım para bir aylığı anca bulmuştu. Kendisiyle böyle anlaşmadığımızı, yaşanan diğer olaylarla birlikte kendisi ile çalışamayacağımı bildirerek ayrılmıştım.

Arkadaşım, iş yerinden olduğu için bu olayı benim kadar hissetmiş ve üzülmüştü. Ertesi akşam evde, "ne olacak bu halim" deyip kendimi yiyip bitirirken, beklemediğim bir zamanda kapı çaldı. Arkadaşım kucağında mini minnacık köpek yavrusunu bana uzatmış; "bunun adını Tarçın koyduk, bu senin" diyerek, üzüntüme sevinç, mutluluk katmıştı. Bembeyaz tüylerinin arasında kömür karası gözleri, kocaman ıslak burnu, iki tarçın sarısı kulakları, şirin yüzünün iki kenarından ifadesine göre şekil alırdı. Tarçın benim köpeğimin adı olmuştu.

Eve bebek mi gelmişti, köpek mi gelmişti belli değildi. Bir an olsun kucağımızdan inmek istemiyordu. Bir bebeğin tüm hallerini bir köpekle yaşamıştık. Kendi yatağında yatmasına alışması çok zor olmuştu, hatta alışmamış bizim yatağın ayakucunu kendine yer edinmişti. Yatak odası ile onun bulunduğu yerde olabildiğince uzak olduğu halde geceleri sizinle yatmak istiyorum ağıtları ağır basıyor yatağımıza huzur içinde gömülüyordu. Neyse ki tuvalet eğitimi beklediğimizden kolay oldu. Önceleri evin küçük tuvaletine, sokağa çıkma zamanı geldiğinde dışarıda ihtiyaçlarını gidermeye hemen alışıverdi. Tıpkı bir çocuk gibi tüm süt dişlerini değiştirmiş, yerine yenileri gelmişti. Getir, götür, git, gel, aferin, hayır, evet, otur, sus, hadi, yemek, arkadaş, anne, baba, dede, top, oyuncak, koş, dur, bekle, çorap gibi daha birçok kelimelerin yanında, ayırt ettiğinden mi nedir, cümleleri mi tanıyordu, onun içinde geçen kelimeleri mi seçiyordu bilemiyorum. Hadi gidiyoruz, dediğimde benden önce kapıya gelip, evin içerisinde coşup koşuyor, zıplıyor, oradan oraya atlayıp duruyordu. "Hayır Tarçın sen gelmiyorsun" dediğimizde, bir iki ısrar sonrasında vicdan yapmadığımız sürece kalıyor, yaparsak yenik düşmüş olup bizimle geliyordu.

Tarçın koyu bir Antepliydi. Bebekliği Gaziantep'te geçtiğinden ağzının tadını iyi biliyordu. Tavşanlar gibi havuç yemeyi seven Tarçın, Antep lahmacununu, patlıcan kebabını, burma kadayıfını ve baklavasını kokusundan tanırdı. Ankara'ya yerleştiğimizde Antep'ten gelen yiyeceği ayırt eder bulundukları yerden ayrılmayıp sabırla vermemizi beklerdi. Ankara’dan alınmış bu yiyeceklerin yanından bile geçmezdi.

Tarçın şu an için 11 yaşında, insan yaşına göre 75 yaşında. Hala bir şeyler öğrenebiliyor olması ne güzel. Bir tek dili yok, o da olsa konuşacak. Olmasa da konuşuyor ki zaten, hareketleri ile, kuyruğu ile, bakışları ile her şeyi diyebiliyor. Sezgileri çok kuvvetli mesela. Ağlamaya gör yanında, hemen kucağına çıkıp, gözyaşlarını yalıyor insanın. Ağlamayı bir kenara bırakıp, ne yapıyor bu köpek diye düşünmeye başlıyorsunuz. Eğer kendini kapıp koy vermiş ağlamaya devam ediyorsan, yapabileceğim bir şey yok deyip, evin en uzak kısmına kaçıp sığınıyor üzülenle üzülmemek için. Sevgiyi de, sevmeyi sevilmeyi de, kıskanmayı da pekala biliyor insanlar gibi.

Evin içerisinde nerede olursa olsun, bir ambalaj sesinin hışırtısını duysun; " Ne yiyoruz, o ne, ben de yiyecek miyim?" dercesine merakla bekliyor hala... Eğer ki keyfi yoksa hava hele ki yağışlı ve rüzgârlıysa, bin bir nazla çıkıyor sokağa. Hiç kaçırmadığı tekliftir oysaki... Bazen kucağımda, "lütfen ihtiyacını gör, evin içerisinde sürpriz bir şeyle karşılaşmayı istemiyorum" gibi cümleler sarf edebiliyor insan, karşısındaki her ne kadar köpek de olsa.

Tarçın, Terrier cinsi iki numara boyutunda. Tüyleri çok çabuk uzuyor, evde tıraş etmek çok zor, o da biz de sıkılıyoruz. Önceleri veterinere götürüp tıraş ettiriyorduk. Yaklaşık üç hafta evden dışarı çıkmak istemiyor, evin içerisinde de karacı askerler gibi alçak sürünerek, koltuk, yatak ne bulursa altına sığınıp gizleniyor, kendini çıplak ve çirkin hissediyor olsa gerek. Ne zaman ki tüyleri uzamaya başlıyor o zaman huzura kavuşuyor.

Bir kış günü Tarçın her zaman olduğu gibi kendi başına gezmek için evden çıkmış, ama bu sefer dönmesi gereken süreyi fazlasıyla aşmıştı. Süre akşamı bulmuş, adım adım, bütün sokağı, mahalleyi evlerin bahçelerini arar olmuştuk. Bulunduğumuz yerden çok uzaklaştığında kendisini çağırmak için nefeslediğimiz ıslığı bile duyduğunu sanmıyorduk. Tarçın yoktu, çalınmış olabilirdi, bir arabanın altında kalabilirdi, ölmüş olabilme ihtimalini düşünerek çöp bidonları, çalılıklar boş alanlara bakar olmuştuk. Sanki evin çocuğu kaybolmuştu. Bizde bıraktığı etkisi çok büyüktü. Aradan iki gece üç gün geçmiş, bize uzun zaman gibi gelmişti. Kapıyı açıp bakmak alışkanlık olmuş, yetmiyor pencereden kapının önüne bakıp hiç umudumuzu yitirmeden bekler olmuştuk. Gözlerime inanamamıştım. Tarçın kapkara olmuş, halsiz kapının önünde uzanmış, bizim onu bulmamızı bekler gibi tüm gücü tükenmiş halde eve dönmenin huzur ile orada yatıyordu. Çığlık çığlığa kapıya koşup onu kucaklamıştım. Ayaklarının üzerinde duramıyordu. Bitkindi, tek tek bütün vücudunu kontrol ettik, kırık çıkık, yara bere var mı, tepki verecek mi diye. Neyse ki bir hasar yoktu. Sadece evimdeyim, huzura kavuştum, biraz dinlenirsem tekrar eski Tarçınınız olacağım dercesine uyumak istiyordu. Keşke neler oldu anlatabilseydi. İyiydi ya, bizimleydi ya, evine dönmüştü ya, daha ne isteyebilirdik. O günden sonra yanına bizi almadan kapıdan dışarı adım bile atmadı. Kendini bizimle güvende hissediyordu. Biz de kendimizi...

Hatta bir gün misafirlere Tarçınlı Kek yapmaya karar vermiştim. Yumurtayı, şekeri birbirine katmış, cevizi önceden kıymış, unu katmadan vanilya ve tarçını da katayım dedim. Tarçını bir türlü bulamadım. Mutfaktan anneme seslendim.
"Anne Tarçın nerede?"
Annemin sesinden önce küçük sevimli yün yumağım ayağımın hemen dibinde gözlerini bana dikerek, kuyruğunu hızlı hızlı sallıyordu. İşte Tarçın buradaydı, gelmişti, kendisini aradığımı sanmıştı. Ne kadar akıllı şu köpekler, nerede olursa olsun evin içinde kendisine seslendiğimde zıpkın gibi fırlar gelir yanıma.

En çok korktuğu şey ses, nedendir bilmem, sokakta gezerken haylaz çocukların Tarçın'ı korkutmak için elindeki koca topu tam Tarçın'ın dibinde yerde patlatması belki de sesten korkmasının kaynağı oldu. Son zamanlarda pek moda olan havai fişek gösterilerinde evde ya da dışarıda olsun tir tir titriyor, kucağımıza sığınıyor hayvan. Kendinden kat kat büyük köpeklere kafa tutarken ki haliyle kıyasladığımızda komik oluyor zira.

En sevmediği şeylerden biri de bavul. Evdeki bütün hareketlenmelerden kaygılanıyor. Bavullar hazırlanıp da bir kenara bırakıldığında, sanki kendi evde yalnız bırakılacakmış gibi, soran gözlerle açıklama bekler oluyor. Bir insana açıklar gibi açıkladığımızda anlayıp sabırla bizim tüm hareketlerimiz kontrol altına alınıyor. Uzun yolculuklara çıkmayı en az bizim kadar seviyor, bitmez tükenmez araba yolculuğu arka koltuğun tümü kendine ait olsa da sıcak ya da soğuk havada koltuğa sinmesine neden oluyor. Her molada daha gelmedik mi dercesine sıkıntısını anlayabiliyor insan.

Bir gün arkadaşım bizde yatıya kalmıştı. Kimseler uyanmadan Tarçın'la sabah yürüyüşünü tamamlamış sessizce eve girmiştik. O anda arkadaşım kalkmış banyo kapısının önünde idi. Tarçın'a, "banyoya" demem yetmişti. Patilerini yıkayacaktık. Banyoya girmiş, duşun olduğu kısma girip beni beklemişti. Arkadaşım hayretler içerisinde inanmıyorum diyerek şaşkınlığını belli etmişti. Nasıl olacak şimdi deyip bizi izlerken, önce musluğu açıyor, sonra duşun altında patilerini yıkıyor dememle arkadaşım bir an durup şaka yaptığımın ayırdına varmıştı. Hiç köpekle aynı ortamda bulunmayan için köpeklerin çoğu hareketi şaşırtıcı olabiliyordu.

Gündüzleri evde tek başına kalıyordu. Bir keresinde hafta sonu gezisine katılmak için ablama bırakmıştım. Ablamın da iki küçük çocuğu olduğundan pek eğlenmişe benziyordu. Geziden dönüp Tarçın'ı almaya gittiğimde, "hadi Tarçın gidiyoruz" dediğimde fırlayan Tarçın, yeğenlerimin kucağından inmiyor, ısrarlarım üzerine burada kalmak istiyorum dercesine arkalarına gizleniyordu. Ablam bu durum karşısında hayvanları sevmemesine karşın, Tarçın'a uzaktan bir sempatisi vardı. Bu hareketi ve böyle bir şeyi gözlerinin önünde bir köpeğin ifade etmesi ablamın göz yaşlarının akmasına neden olmuştu.
Annemle babam sakın bize getirme, bir de köpekle uğraşamayız iğreniriz deseler de, neredeyse torunları yerine koymuşlardı. Hatta Tarçın'ın yiyebileceği yiyecekleri saklıyor, gittiğimizde kendi elleri ile yediriyorlardı. En çok da annem “sırf bu Tarçın'ı balkondaki kuşları kovalaması için bizde kalmasını istiyorum” demişti. Zira annem, "Tarçın koş balkon kuş " deyince, annemin ön ve arka balkonuna yerleşmek isteyen bütün güvercinleri kaçırıyordu.

Tarçın öncesinde köpeklerden korkan biri olarak, şimdi iyi bir dost diyerek ne kadar sevdiğimi anlatamam.

YENER BALTA,
18 OCAK 2010